Davanın sorgu safhası 14 Ekim 1981’de başladı. Duruşma salonuna önce ülkücü kuruluşların mensubu sanıklar alındı. Ardından başta Genel Başkan Türkeş Beğ olmak üzere Yönetim Kurulu salona alınırken çoğunu ülkücü gençlerin oluşturduğu sanıklar ayağa kalkarak duygularını yansıtan bir coşkuyla göz yaşları arasında İstiklal Marşını söylemeye başladılar; sanıklar cezaevinde maruz kaldıkları insanlık dışı eziyetlere, işkencelere, ağır baskılara tepkilerini böylece ifade ederken, fikir ve inançlarından geri adım atmadıklarını da haykırmış oluyorlardı. Görevliler şaşırmıştı, o anda müdahale edemediler; ertesi gün soruşturma açılarak yüzden fazla gence zindan cezası verildi.
Duruşma başlarken başka bir olay daha yaşandı. Psikopatik bir kişiliği olan, sanıklara eziyet etmeyi görev sayan Alb.Raci Tetik sıralar arasında dolaşıyor, bakışlarıyla salona “güç bende” demek istiyordu. Nevzat Kösoğlu aniden ayağa kalkarak, öfkesini yansıtan sesiyle O’na bağırmaya başladı: “Burası mahkeme, sen burada ne hakla dolaşıyorsun? Derhal buradan çık, defol git.“ Sonra da heyete dönerek usul hukukuna özen göstermelerini, bu tarz davranışlarla kimsenin çiğnemesine izin vermemelerini istedi. Kösoğlu’nun bu çıkışı ve heyetin talebini haklı bulması sanıklar üzerinde çok olumlu etki yaptı; kendilerini savunabileceklerini görüp moral buldular.
Mahkeme Başkanı Hakim Alb. Vural Özenirler bu davada görev almayı kendisi istemişti. Oysa bir duruşma esnasında MHP ve Genel Başkanı hakkındaki olumsuz ifadeleri üzerine, Alparslan Türkeş 1979’un Ağustos ayında Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e yazıyla bu sözleri duyurarak şöyle diyordu: “Açıkça ihsası rey yapan bu kişi, değil Türkiye Cumhuriyeti’nde Nazi Almanya’sında bile hakimlik yapamaz.“ Avukat Şerafettin Yılmaz duruşmalar sırasında bu mektubu okuyarak Vural Özenirler ve Ali Fahir Kayaca’nın davadan çekilmelerini istedi. Onlar da bu talebi haklı bularak çekilmeye karar verdiler, fakat Askeri Yargıtay görevlerine devamlarını istedi; böylelikle dava bitinceye kadar devam ettiler ve 1987’de verilen kararı hazırlayıp imzaladılar.
Aslında bu davanın hazırlığı iki yıl kadar önce Hasan Fehmi Güneş’in bakanlığı döneminde başlamıştı. Bir dönem Almanya’da “Avrupa Demokratik Türk Dernekleri Federasyonu”nun Başkanlığını yapan Lokman Kondakçı’nın ekonomik durumu bozulmuş, ağır şekilde borçlanmış, görevinden de ayrılmıştı. Aydınlık Gazetesi’nin Almanya temsilcisi durumunu fark edince temas kurar; Türkeş’i suçlayacak bir ifade verirse mali durumunu düzeltecek destek verileceği söyleyerek ikna eder. Bakan Güneş bunu öğrenince hemen Türkiye’ye getirmelerini ister. Ankara’ya getirilen Kondakçı MİT’in kullandığı Marmara Köşkü’nde İçişleri Bakanı’nın bizzat sorduğu sorulara şahit sıfatıyla istenilen tarzda cevaplar verir. Güneş 26 sayfalık bu ifadeyi dostu Soyer’e ve Aydınlık Gazetesi’ne iletir. Fakat vaatler tutulmaz, Güneş de Bakanlıktan istifa etmiştir. Kondakçı bir süre sonra yaptığından pişman olur. Türkiye’ye dönmüştür, memleketi Ordu’da fındık ticareti yaparken durumunu düzeltmiştir. MHP davası başlamak üzereyken Av. Şerafettin Yılmaz kendisiyle görüşür; iddialarının o sırada içinde olduğu ekonomik ve psikolojik sıkıntılarından kaynaklanan tepkiden kaynaklandığını anlatır. Bunların doğru olmadığını belirten yeni bir ifade verir. Şerafettin Yılmaz bunun dava dosyasına konulmasını sağlar. Kondakçı bu ifadesini şahit sıfatıyla duruşmada da tekrarlar. Böylelikle Savcı Soyer en önemli kozunu kaybetmiş olur.
Nurettin Soyer darbenin ayak seslerinin duyulduğu 80’nin yaz aylarında hazırlıklara başlamıştı. İlk olarak kendine bağlı Zeki Kaman, Dürüst Oktay gibi isimlerin olduğu 12 kişilik bir polis timi kurdu. Bunların tamamı radikal solcu, “devrimci şiddet” yanlısı Pol-Der mensubuydu, örgüt onları özel olarak seçip Soyer’ e göndermişti. Sanıklara işkence yapmakta uzmandılar, insanlıktan nasip almadıklarından bundan haz duyuyorlardı. Ülkücü gençlerden ideolojik nedenlerle nefret ediyorlardı. Garnizon içerisinde savcılık bürolarına yakın C-5 adı verilen özel bir sorgulama yeri hazırlandı. Buraya Filistin askısından elektrikli şok cihazlarına kadar her türlü işkence aleti yerleştirildi. Soyer ekibinin nezaret altına aldığı ülkücü gençleri burada sorgulayıp konuşturarak Türkeş ve parti yönetimine en ağır cezaların verilmesini sağlayacağından emindi; iddianameyi buna güvenerek hazırlamıştı.
Hazırlık safhasında yardımcılığını yapıp bir süre sonra emekli olan Üstün Günsan 1986 yılında bir dergideki röportajında bu stratejiyi şöyle anlatıyor: “Benim kişisel görüşüme göre Askeri Savcılık MHP dosyasını söylentiler nedeniyle erken açtı. O dosyanın soruşturması daha uzun sürebilseydi çok daha başka deliller bulunabilirdi. MHP’nin alt eylem grubu ile yönetici grup arasındaki ilişkiyi sağlatan aracı grup vardı. Bu grup tam anlamıyla ele geçirilemediği için aşağı ile yukarının bağlantının kurulmasında zorluk çekiliyordu. Savcılık rahat bırakılsaydı. soruşturma daha ayrıntılı yapılsaydı bu aradaki kişiler de ortaya çıkabilecekti.”
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası darbeyi yapan Kenan Evren ve çevresindeki askerlerin tercihiyle, hakim ve savcı sıfatını taşıyan bu zihniyetteki kişiler tarafından hazırlandı, açıldı ve yürütüldü.
14 Ekim 81’de başlayan Dava’nın sorgulama bölümünde ilk olarak Genel Başkan Türkeş Beğ konuştu; savunmasına şöyle başladı: “Sayın hakimler, Cumhuriyet tarihimizin en önemli davasına bakıyorsunuz. Siz bizi yargılıyorsunuz, tarih ise bizi olduğu gibi sizi de, iddia makamını işgal eden bu zevatı da yargılayacak ve hüküm verecektir.“ dedikten sonra devamla : “Türk milliyetçiliğini suçlama gayretkeşliğinin ciddiyetsiz belgesi olan bu iddianame, taleplerinin ağırlığı karşısında çok hafif kalmakta, peşin hükümlülüğünü, ideolojik taassup içinde hazırlandığını ortaya koymaktadır. Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı ve devletimizin temel felsefesi faşizmle suçlanmış, sanık sandalyesine oturtulmuş bulunmaktadır… Bu mahkeme başlamadan önce hiç konuşmamayı düşündüm; ama tarihi bir görevi yerine getirmek için konuşmak lazım geldiğine karar verdim. Hicranım çoktur… bu yalanların neticesinde Silahlı Kuvvetler camiasında yetişmiş, ondan sonra da siyasete atılmış, bu kadar yıl memlekete hizmet etmiş bir insan olarak bu yaşımda burada bunların savunmasını yapmak durumunda kalıyorum .” Türkeş Beğ iki gün boyunca iddianamedeki bütün suçlamalara tek tek cevap verdi; bunların doğru olmadığını, mesnetsiz iddialar ve iftiralar olduğunu ifade etti.
Ardından Nevzat Kösoğlu sözlerine “Türkiye’de hiçbir Marksist yazı bu metin kadar Türk Milliyetçiliğine saldırgan, kaba ve tahripkar olmamıştır” diyerek başlıyor ve devamında “Bu metnin iki büyük yanlışı vardır; birisi tahkikatın usulüdür. Elde edildiği ifade edilen deliller tahkikatı nereye götürürse orada durulur ve ondan sonra hukuki tavsif yapılır. Halbuki bizim iddianamemizde önce hukuki tavsif yapılmış, şablon çıkarılmış, sonra delil haysiyeti olup olmadığını bilahare tartışacağımız vesikalar yahut evraklar bu kablona göre yorumlanmaya kalkışılmıştır. Bu hukuk değildir. İkinci büyük yanlışı Marksist eylemler hakkında bugüne kadar tanzim edilmiş birçok iddianamenin tarz ve üslubunun aynen milliyetçi bir eylem veya hareket için uygulanmaya kalkışılmasıdır... Türk düşünce hayatının en büyük isimleri Ziya Gökalp’ten Kemal Atatürk’e kadar ne yazık ki bu bakış açısı içinde bir itham sağanağı altında kalmışlardır”.
Sadi Somuncuoğlu, Cengiz Gökçek ve diğer Yönetim Kurulu üyeleri de ifadelerinde İddianameyi geniş şekilde eleştirdiler, suçlamaların hukuki niteliğinin olmadığını, kendileriyle ilgili kısımlardaki iddiaların yanlışlarını ortaya koydular.
1982 yılının ortalarına doğru dava devam ederken Yönetim Kurulu üyeleri ve bazı ülkücü sanıklar tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edilmeye başlandı. Fakat mahkeme avukatlarının Türkeş’in tahliyesi konusundaki taleplerini sürekli reddediyordu. Dil Okulu’nda başka tutuklu kalmamıştı. Türkeş tedavi maksadıyla Mevki Hastanesinde tutuluyordu; nihayet 1985 Haziran ayında beş buçuk yıl tutuklu kaldıktan sonra O da tahliye edildi.
Nurettin Soyer 29 Nisan 1986 tarihinde “Esas Hakkındaki Mütalaası” nı okudu. Mütalaada sanıkların faşist ve ırkçı olarak suçlanmalarının yerini “şeriatçılık“ almıştı. Yöneticiler “… düzeni yıkmak için cihad hareketi saydıkları yaygın şiddet eylemleri yapmak” la suçlanıyorlardı. Alparslan Türkeş ve elli sanığın TCK 146/ 1‘den idamla cezalandırılması, 170 sanığın bu fiile yardım etmekten 5-15 yıl ağır hapsi isteniyordu.
Bir numaralı Sıkı Yönetim Mahkemesi bir yıl sonra 1987 yılında kararlarını açıkladı. Savcılığın “anayasal düzeni zorla değiştirmeye teşebbüs ettikleri“ görüşünü kabul etmedi. Böylece suçun niteliğini değiştirmiş oldu. Alparslan Türkeş ve bazı ülkücü sanıklara TCK 313. maddesine göre 11 yıl ağır hapis cezası verilirken Genel İdare Kurulu Üyeleri ve Eğitimciler ile çok sayıda Ülkücü sanık beraat etti. Muhsin Yazıcıoğlu, Yılma Durak, Lokman Abbasoğlu, Mehmet Sakarya, Hakkı Şafak Ses, Mustafa MİT, Yaşar Yıldırım’ın aralarında olduğu bir grup ülkücü 313.madde kapsamında ceza aldılar, cezaevinde kaldıkları süre dikkate alınarak yeniden tutuklanmadılar. Dava Yargıtay’a intikal etti. 1993 yılında yani 7 yıl sonra duruşmalı olarak bakılan dava “zaman aşımı“ gerekçesiyle düşürüldü ve dosya böylece kapanmış oldu.
12 Eylül darbesi üzerine bu tarihi davada savunma görevini üstlenen Şerafettin Yılmaz’ın bürosunda kendisine çoğu üniversite öğrencisi bir grup, dava süresince yardımcı olmuştu. Uzun zamandır bu davanın hikayesini yazmayı düşünüyor ve çalışıyorlardı. Nihayet tamamladılar. Ötüken Yayınevi 600 sayfa civarındaki kitabı inşallah ay sonuna kadar bastırıp piyasaya sunmuş olacak.
Davayla ilgili yazımı ikinci bölümüyle tamamlamak istiyordum. Fakat çok sayıda dostum aradan 43 yıl geçtikten sonra o yılları yaşayan ve hatırlayanların giderek azaldığını, tarihe not düşmek açısından biraz daha ayrıntılara girmemi istediler. Bu görüşü haklı bulduğumdan üçüncü bölümü 12 Eylül günlerinden notlar başlığıyla sunmaya çalışacağım.