28 Mayıs’ta halkımız sadece cumhurbaşkanını seçmeyecek, yürürlükteki yönetim sisteminin devam edip etmeyeceğine karar verecek. Yürütmenin bütün yetkilerinin, bakanların, yardımcılarının, valilerin, rektörlerin, genel müdürlerin, TCMB, BDDK gibi başlıca kamu kurumlarının başkan ve yöneticilerinin yanı sıra AYM, HSK, Danıştay ve Yargıtay üyelerinin atamalarının, görevden alınmalarının tek kişinin kararına, iradesine bağlı olduğu, yasama organının yetkilerinin son derece sınırlı tutulduğu sistem siyasi literatürde ve akademik çevrelerde “otokrasi” olarak adlandırılıyor. Beş yıl önce bugünkü sistemi tercih ederken makas değiştirdik. Oysa 1876’da Kanun-i Esasi’nin Padişahın fermanıyla ilan edilmesinden başlayarak bu tarihe kadar devam eden liberal demokrasiye ulaşma çabalarımızın sonunda birçok eksiklerimiz olsa da önemli bir aşamaya gelmiştik. Eksikleri gidermek yerine mevcut anayasanın bazı maddelerinde değişiklik yaparak parlamenter sisteme son verdik. 23 Nisan 1920’den beri milli egemenliği temsil eden TBMM, en önemli yetkilerini oy çoğunluğuyla da olsa kendi kararıyla yürütme organına, cumhurbaşkanına devrederek referandumun yolunu açtı.
Modern demokrasilerde kamusal güç ve yetkiler anayasalarda yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında dengeli olarak taksim edilmiştir. Her erk imkân bulması halinde yetkilerini diğerlerine nazaran artırmak ister. Ancak demokrasi kültürü gelişmiş olan Batılı ülkelerde toplum bu dengenin önemini müdrik olduğundan buna imkân vermez, dolayısıyla yönetimler güçler ayrılığı esaslarına göre oluşur ve çalışırlar. Bütçe dâhil kanunları çıkaran, hükümetleri kuran, her konuda hesap sorabilen Meclis halkın oylarıyla seçilir.
Yargının bağımsız ve tarafsız olması, diğer iki organın faaliyetlerinin, kanunların anayasaya uygunluğu konusunda denetim-denge işlevi yapması, devletin hukuka bağlığını zedeleyebilecek girişimleri engellemesi yurttaşların hukukun güvencesi altında yaşamalarını, anayasal düzenin aksamadan işlemesini sağlar. Hâkim teminatı ve coğrafi teminat vardır. Hâkim karar verirken sadece kanunlara ve vicdanına bakar, siyasi iktidarın nasıl düşüneceğine bakmaz; tayin ve terfileri bağımsız hukuk kurulu tarafından yapılır. Hükümetin yani yürütme erkinin bütün karar ve eylemleri yargının denetimi altındadır, dolayısıyla açık ve şeffaftır.
2018’de yapılan referandum yeni sistemin oylanmasından çok Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Ak Parti iktidarına güvenoyu vermek gibi algılandı. Dolayısıyla Ak Parti’yi destekleyenler blok halinde “evet” oyu verdiler. Böylece iktidarın “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi“ adını verdiği yeni sistem kabul edilip yürürlüğe girdi. Ancak bu ad anayasa hukuku literatüründeki tanımlamaya uymuyor. Çünkü “hükümet” olabilmesi için parlamentoda oylanıp geçmesi gerekir. Diğer yandan en mükemmel örneğinin ABD’de olan “Başkanlık Sistemi” ile de kesinlikle örtüşmüyor.
ABD'de başkanın yetkileri Senato ve Temsilciler Meclisi karşısında önemli ölçüde sınırlıdır. Başkan Bakanları, Büyükelçileri, Federal Mahkeme Hâkimlerini, önemli devlet kurumlarının başkanlarını tayin edebilmek için Senato’dan onay almak zorundadır. Bütçe ve devlet adına verilecek parasal tahsilatlar Kongre’nin olayına bağlıdır. Başkan Biden Türkiye’ye F-16’lıları satabilmek için Kongre’yi ikna etmeye çalışıyor. Yargı bağımsızdır; Yüksek Mahkeme hâkimleri ömür boyu görev yaparlar, bir toplantıda Başkan geldiği sırada ayağa kalkmazlar. Başkanın mensubu olduğu parti ile ilişkisi son derece düşük düzeydedir.
Bizde yürürlükte olan sistem yasamaya yani Meclis’e ait yetkilerin büyük bölümünün yürütmenin başındaki kişiye yani “ tek adam”a bırakıldığı çok katı bir “Kuvvetler Birliği” dir. 1961 yılına kadar yürürlükte olan 24 Anayasası’nda da benzer durum vardı, yetkilerin tamamına yakını TBMM'ndeydi, fakat fiilen farklı bir durum yaşanıyordu, şimdiki kadar sert ve katı değildi. İlk dönemde cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Atatürk karizmatik kişiliğiyle yönetime hâkimdi, Meclis’i ve Hükümeti yönlendiriyordu. Bu durum İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde de değişmedi. DP 1950’de iktidara gelince Devletin idaresi Cumhurbaşkanı Bayar ile Başbakan Menderes arasında paylaşıldı. Aslında anayasaya göre esas yetkili Meclis olsa bile on yıl süresince Türkiye bu ikili tarafından yönetildi.
1955 yılında bir ara DP grubunda adeta ayaklanma yaşanmıştı. Ekonomik sıkıntılar çok artmış, halk bunalmıştı. Partililer ve milletvekilleri bu durumun sorumlusu olarak gördükleri bazı Bakanlara tepkiliydiler. O yıllarda grup toplantılarında vekiller konuşup eleştiri yapabiliyorlardı. Ancak söz konusu grup toplantısında tansiyon çok yüksekti. Art arda söz alan vekiller ağır eleştiriler yapıyor, bazı Bakanları açıkça suçluyorlardı. Başbakan Menderes çok bunalmıştı. Toplantıya ara vererek odasına gitti. İstifaya niyetlenmişti. En fazla eleştirilen Bakanlardan yakın dostu Mükerrem Sarol odaya geldi; Menderes’e Grubun tepkilerinin ona değil kendilerine olduğunu, kesinlikle istifa etmemesini ama Bakanlar hakkında teker teker güvenoyu istenmesini öne sürdü, Menderes’i ikna etti. Toplantı yeniden başlayınca Menderes çok duygusal bir konuşma yaptı ve "Anayasa hükümleri açıktır. Bütün yetki sizdedir, ne istiyorsanız yapabilecek güce sahipsiniz, hatta o kadar ki isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz". Tabii bunu hilafet isteği olarak değil, Grubu’nun yetkilerinin genişliğini ifade bakımından söylüyordu. Sonuçta Sarol dâhil yedi Bakan güvenoyu alamayıp istifalarını verdiler. Cumhurbaşkanı yeni Hükümeti kurma görevini Menderes’e verdi. 27 Mayıs darbesine kadar Grubu’nun desteğini arkasına alarak görevini sürdürdü.
Yürürlükteki sistemde Meclis son derece sınırlı yetkileriyle varlığını sürdürürken önümüzdeki pazar günü ufak bir farkla da olsa daha fazla oy alan aday Cumhurbaşkanı olacak. Bir kişiye bu kadar geniş yetkiler verilip tek söz sahibi haline getirilmesinin ne derece verimli olduğunu beş yıl yaşayıp gördük. Kazanacak ismin kim olacağı bana göre önemli değil, bütün yetkilerin tek elde toplanmasını yanlış buluyorum. Her bakımdan örnek bir insan ve Halife olan Hz. Ömer bile önemli konularda mescitte sahabe ile istişare eder, söylenilenlere itibar ederdi. O kadar ki makam tahşidatının ne kadar olacağına cemaat karar veriyordu. Yapılan fütuhatlar sonucu herkesin serveti artıp, Beytülmal zengin bir hazineye dönüşürken tek olan elbisesini yamayarak giyiniyor, yeni bir elbise aldıysa nasıl alındığının hesabını sahabeye veriyordu. Muaviye’nin iktidarı almasıyla beraber Hilafet saltanata dönüştü; İslam coğrafyasında yüz yıllar boyunca itaat ve sadakatin damgasını vurduğu, tek kişinin yetkili olduğu hükümdarlıklar dönemi başladı.
Bu dönemlerde benzer tarzda yönetilen Batılı ülkeler bilim ve felsefenin, düşüncenin sanayi ve ekonominin gelişmesine paralel olarak yeni yönetim biçimleri aradılar. Bir kişinin veya grubun hükmetmesi yerine halkın tercihlerine göre belirlenen, denetlenen, eleştirilip sorgulanabilen, yöneticilerin seçildikleri usulle değiştirilebilen demokratik yönetimlerle dünyanın geri kalanına, Müslümanlara dahi üstünlük sağladılar.
Hamaset yapıp kendimizi kandırmayalım. Üç dört asırdır her geçen gün ağırlaşan sorunlarımızın altından kalkamıyoruz. Devlet adı verilen toplumsal yapı bileşik kaplar gibi işliyor. Ekonominiz, tarımınız, sanayiniz, eğitim ve akademik seviyeniz neyse bilim, düşünce, felsefe, hukuk ve yargı konularında da durumunuz aynıdır; ne bir adım ileri ne de daha geri. Dini düşüncede de durum farklı değil. İslam’ın ahlaki esaslarını cemaate anlatıp, öğretip benimsetmesi gereken din görevlileri minberi çok defa siyasi propaganda tezgâhı gibi kullanıyor, ayrımcılık yapıyorlarsa yadırgamamak gerekiyor; seviye maalesef her yerde bu.
Pazar günü sonuçlar ülkemiz ve milletimiz açısından inşallah hayırlı olur. Kim seçilirse seçilsin dağlar gibi yığılmış olan sorunları önünde bulacak. Umarım çevresinde bilgili, yetenekli, liyakatli, dürüst insanlardan oluşan kadrolar toplar; rasyonel çözümler aramaya, yürürlükteki sisteme hukuk devletine uygun hale getirecek ihtiyacımız olan köklü yapısal reformları yapmaya yönelir.