Bir ülkenin “nasıl” yönetileceğini gösteren demokrasilerin omurgası yani vazgeçilmez unsuru düzenli şekilde yapılan, yasama ve dolayısıyla yürütme organlarında görev alanların seçmenlerin tercihiyle belirlendiği seçimlerdir. Seçimlerin hukuk kurallarına, anayasa ve yasalarda belirtilen hükümlere bağlı olarak serbestçe yapılması, katılan partiler ve adaylar arasındaki yarışın hukuk devletinin “olmazsa olmaz”ı anlamına gelen “bağımsız ve tarafsız” yargının gözetiminde eşit şartlarda yürütülmesi demokrasilerin kalite göstergesidir. Devlet adı verilen siyasal, sosyal, ekonomik ve askeri organizasyonun yönetimi “kuvvetler” diye tanımlanan üç anayasal organ; yasama, yürütme ve yargı arasında paylaşılır. Bunların yetkileri, oluşumları anayasa ve yasalarda belirtilmiştir.
Günümüzde model olarak algılanan demokrasiyle yönetilen Batılı ülkelerin bu safhaya gelmeleri kolay olmadı; yüzyıllarca süren fikrî, felsefî, siyasî ve sosyal/ekonomik gelişmelerin, iç-dış çatışmaların sonunda bunu başardılar. Yaşadıkları süreç bir taraftan onlara deneyim ve kurumsal gelişim sağlarken diğer taraftan toplumda demokrasi kültürünün gelişmesine zemin hazırladı. Kurumsal yapıların ihtiyaçlara uygun tarzda, rasyonel bir anlayışla düzenlenmesi, yöneticilerinin nitelikli, bilgili kimseler arasından seçilmesinin sonucunda zamanla her bir kurumun özel geleneği oluştu, kamu yönetiminde, yasama, yürütme ve yargı erklerinin işleyişinde düzen ve istikrar sağlandı.
Ülkemizde idare sistemi konusu, modern Batılı ülkelere benzeme arzusu, monarşik yönetimin Kanun-i Esasî’nin ilan edilerek meşrutiyete çevrilmesine çalışıldığı 1876 yılından başlayarak bu günlere kadar sürekli gündemde oldu. Cumhuriyet döneminde üç defa anayasa yapıldı; ama hâlâ sivil bir anayasa yapılması konuşuluyor. İki yüz yıldır yönetim yapımızda yapılan reformların özelliği bunların “alttan” yani toplumsal kesimlerden değil, “yukarıdan“ iktidarı elinde bulunduran belirli bir grup tarafından yapılmış olmalarıdır. Türkiye’de 2016’dan sonra en radikal sistem değişikliğinin yapılarak “Türk Tipi Başkanlık Sistemi”ne geçilmesi de bu tarzda oldu. 2017’de Ak Parti-MHP liderlerinin mutabakatıyla hazırlanan tasarı Meclis’te iki partinin oy çoğunluğuyla kabul edildi; halkımızın çoğunluğu referanduma sunulan değişikliğin anlamını iki partinin ve Erdoğan’ın ibra edilmesi gibi algılayarak oy kullandı. Böylece Türkiye 2018’de, yasama organının çoğu yetkilerinin ve yargı organının kontrolünün büyük ölçüde tek kişiye verilmesi sonucu Başkanlık adı altında ABD’de bile olmayan katılıkta kuvvetler birliğine geçmiş oldu. Bununla yetinilmeyerek çıkarılan 3 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle bütün kamu kurumlarının üst düzey yöneticilerinin tayin ve değişiklik yetkileri de tek kişinin iradesine bağlı kılındı. Kurumların personel ve yönetim yapılarının, üniversitelerin rektörlüklerinin liyakat, mesleki bilgi ve deneyim, profesyonel kalite kriterleriyle değil, siyasi sadakat, bağlılık ve güvenilirlik gibi faktörlerle oluşturulmasının sonuçları ortada. Türkiye son on yılda ekonomisinden eğitimine, tarım ve hayvancılıktan sağlığa, dış politikadan Diyanet’e istikrarlı bir düşüş trendine girdi. Durmuş Yılmaz, Erdem Başçı gibi liyakatli yöneticiler ve kadrolar döneminde dünya çapında saygınlık kazanmış olan TCMB’nin, “laf dinleyen“ kişilerin elinde geldiği seviye “bizden” tercihlerin yol açtığı kurumsal çöküntünün tipik bir örneğidir.
Batı dünyasıyla en önemli farkımız kurumların yapısında ve kalitesinde ortaya çıkıyor. Onlarda siyasi istikrarsızlık, yönetim boşluğu yaşansa bile kurumların işleyişi düzenli şekilde sürüyor. Çünkü yöneten kişiler bu makamlara siyasal destekle değil, kabiliyet ve liyakatlerine bakılarak geliyorlar, dolayısıyla yukarısı ne der diye düşünmeden inisiyatif kullanabiliyorlar. Kamu personeli seçimlerinde mülakatın kaldırılması vaadi bile kurumsal yapımızdaki kalite sorununun nedeninin herkes tarafından bilindiği, buna rağmen yıllardır ısrarla sürdürüldüğü anlamına geliyor.
ABD’de Trump yeniden seçilmek için elinden geleni yaptı, Kongre binasını işgale kalkıştı. Ama demokrasi bütün kurallarıyla ayakta kaldı; askeri, idari, ekonomik kurumlar aksamadan işlemeye devam etti. Yargı hukukun gereği neyse onu yaptı. FBI Trump’ın evlerinde yaptığı aramalarda yasalara aykırı tarzda gizli belgeler bulunca savcı dava açtı. Türkiye’de istikrarlı bir demokratik düzen, ekonomik refah, gelişmiş bir sanayi ve tarım, kaliteli bir bilim ve eğitim, kamu kaynaklarını belli müteahhitlere aktaran rantiye düzenine son vermek istiyorsak, kurumsal yapılarımızı siyasi partilerin arka bahçeleri, yandaş havuzları olmaktan çıkaracak köklü reformları daha fazla gecikmeden yapmalıyız. Bağımsız ve tarafsız yargı denetiminin varlığının yönetimde düzenin, güven ve istikrarın, toplumsal adaletin “olmazsa olmaz”ı anlamına geldiğine samimiyetle inanılırsa ve yapılmak istenirse bunu sağlamak zor olmaz.