Bağımsız bir devletin varlığını koruyabilmesi, millî hak ve çıkarlarını savunabilmesi iktisadi gücüne ve imkanlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Bunun en somut örneğini Rusya sergiliyor, Ukrayna’ya saldırısı üzerine Batılı ülkelerin uyguladığı ağır yaptırımlar karşısında zengin enerji kaynaklarına sahip olmasaydı kesinlikle ayakta kalamazdı. Bu gerçeği geçen asırlarda kendi tarihimizde de yaşadık. 16.asıra kadar bir “Cihan devleti” olan, dünyaya hükmeden Osmanlı, iktisadi sorunlarının büyümesine paralel olarak önce durakladı, ardından uğradığı saldırılara direnemeyerek çöktü. Çünkü bilgi çağına geçen, keşfettiği yeni kıtaların servetini ülkelerine aktarıp zenginleşen, sanayileşen, dünya ticaretini eline geçiren Batı ile rekabet edecek durumda değildik. Ülke ticaretinin tamamına yakını gayrimüslim azınlıkların elindeydi. Türk ve Müslüman ahalinin büyük kısmı eski usullerle tarım ve hayvancılık yaparak, hizmet sektöründe çalışarak çağrıldığında askere giderek geçimini sağlamaya çalışıyordu.
On yedinci asrın başından itibaren fütuhat geliri de kalmayan, toplanan vergilerle devletin harcamalarını ve askeri ihtiyaçlarını karşılayamayan devlet, 19.asrın başından itibaren yüksek faizlere katlanarak, önce Galata bankerlerine, Fransız-İngiliz sermayesiyle kurulan Osmanlı Bankası’na, ardından yabancı devletlere ve finans kuruluşlarına borçlanmaya başladı. Özellikle Kırım Savaşı döneminde yüksek faizle çok daha fazla borç alındı. Borç verenler devletin çaresiz durumda olduğunu gördüklerinden normal rayiçten üç misli fazlasını istiyor ve alıyorlardı. Fakat alınan paranın yarıya yakını elimize bile geçmeden, faize karşılık peşinen kesiliyordu. Devletin iktisadi ve mali kurumsal yapısı da son derece yetersizdi; ayrıca ekonomiden anlayan, bu konuları bilen yetişmiş elemanlarımız da yoktu. Yirminci asırda on yıllık İttihat-Terakki döneminde bile Cavit Bey’den başka bu konuların erbabı bir isime rastlanmıyor. Kara Kemal iyi niyetli, namuslu bir insandı; millî ve yerli girişimciler, krediler verebilen iktisadi kurumlar ve şirketler oluşturmaya çalışsa da İstanbul’daki esnafı örgütlemekten öteye geçemedi.
Sultan 2. Mahmut’tan sonraki iki padişahın döneminde sarayın masrafı tavan yapmıştı. Sultan Abdülmecit’in yirmiden fazla karısı ve cariyesi, bunlardan kırk kadar çocuğu vardı. Yüksek faizle borç alınan paralarla “İtibardan tasarruf olmaz“ anlayışıyla hareket ediliyor, yeni saraylar yapılıyor, saray mensuplarına gösterişli köşkler, konaklar yaptırılıyor, padişahın çocuklarına ve damatlara oluk dolusu paralar harcanıyordu. Müsriflik Sultan Abdülaziz döneminde de devam etti. O da itibardan tasarruf olmayacağına inanıyordu; Fransa’ya heyetiyle yaptığı ziyaretteki harcamalar ve iade-i ziyaret için gelen kraliçeye yapılan masraf tam bir israf örneğiydi. Bu hesapsız harcamalar sonucunda alınan borçların faizlerini bile ödeyemez duruma düştük. Buna 93 Harbi’nin askeri giderleri de eklenince moratoryum ilan etmek zorunda kaldık. Avrupa devletleri ve borç veren bankalar, finansörler hep birlikte başımıza üşüştüler. Sultan Abdülhamit “Düyûn-ı Umûmiye” adı verilen yapılanmayı kabullenmek zorunda kaldı. Devletin gelir getiren başlıca kaynaklarının kontrolü Cumhuriyet kuruluncaya kadar, çoğu gayrimüslim binlerce insanın istihdam edildiği, bu uluslararası kuruluşa teslim edildi. Abdülhamit Han haleflerinin aksine tutumluydu, paranın gerekli yerlere harcanmasına özen gösteriyordu. Daha şehzadeliği döneminde Avrupa borsalarıyla yakından ilgilenmiş, yatırımlar yapıp epeyce para kazanmıştı. Ancak devlet kendisinden önce resmen iflas etmiş olduğundan Düyûn-ı Umûmiye’ye katlanmak zorunda kaldı.
Lozan’da en çetin tartışmalar Osmanlı borçları ve kapitülasyonlar konularında yaşandı. Sonuçta karşımızdakiler kapitülasyonların kalkmasına razı olmak durumunda kaldılar. Osmanlı borçlarının yeni devletin sınırlarının dışında kalmış olan ülkelere ait olanları hariç tutularak, kalan kısmının ödenme şartlarının ve süresinin Ankara hükümetiyle müzakere edilmesi kararlaştırıldı. İsmet Paşa hükümeti 1928 yılında Türkiye’nin Paris Büyükelçisi olan Fethi Okyar’ı konuyu görüşmek üzere yetkili temsilci olarak atadı. Muhataplarımız para değerinin değişmesinden zarar görmemek için ödeneklerin altın üzerinden yapılmasını istiyorlardı. Oysa İsmet Paşa buna kesinlikle karşıydı. Fakat Fethi Okyar altınla ödemeyi kabullenen bir anlaşma imzaladı. İsmet Paşa bu anlaşmayı tanımayacağını açıkladı. O günlerde Ankara’da, isteklerine uygun olarak altınla ödemeyi kabul eden bu anlaşmayı imzalamasından ötürü karşı tarafın Fethi Okyar’a on bin lira bahşiş verdiği konuşuluyordu. Ama bununla ilgili bir araştırma yapılmasına gerek görülmedi. Cumhuriyet Hükümetleri borç taksitlerini 1954 yılına kadar para üzerinden ödeyip noktaladılar.
Türkiye ekonomisinde ihracatın ithalatı karşılayacak düzeyde olmayışı, yatırım yapacak sermayenin yetersizliği, bu ihtiyacın dışarıdan karşılanmaya çalışılması, petrolde dışa bağımlılık (şimdi de doğalgaza) her zaman problem olmuştur. Bu faktörlerin çoğu kere birkaçının birden ülke gündemine gelmesi paramızın değeri üzerinde her zaman ağır bir baskı oluşturdu, piyasayı normalleştirmek amacıyla bazı dönemlerde devalüasyon yapılması gerekli hale geldi. Alınan önlemlerle ekonomimiz bir süre düze çıksa da, temel yapısal sorunlarımızı çözmeğe yönelik kararlı ısrarlı ve bilimsel kurallara uygun uzun vadeli plân ve programlar hazırlanıp uygulamadığımızdan kalıcı bir rahatlama sağlanamadı. İki bin yılından önceki dönemlerde siyasi istikrarın sık sık bozulmasının da bunda etkisi oldu. Bundan dolayı Ak Parti’nin yirmi yıllık iktidar süresi önemli bir şanstı. Bu şansın ne nispette değerlendirildiği ayrı bir konu; bu iktidarın 2008’e kadar izlediği mali ve iktisadi politikanın, bu yıldan sonra sanki farklı bir parti iktidara gelmiş gibi farklı bir yöne evrilmesini, 1994, 2001 krizlerinin yanı sıra halen yaşamakta olduğumuz iktisadi ve mali tabloyu bu yazının ikinci bölümü olarak önümüzdeki günlerde inşallah ele almağa çalışacağım.