“Biz sinemayı sanat olarak görüyoruz.
Amerika sinemaya endüstri diyor.
Amerika’da sinema dördüncü kuvvet
Yürütme, yargı, yasama ve Hollywood
Şeklinde dizayn edilmiş sistem. Biz medya diyoruz.
Dördüncü kuvvete onlar sinemayı da dahil ediyorlar.
Hollywood’un dünyayı dizayn etmek asıl işi.”(Alev ALATLI-Suç Ortağı Hollywood)
olkanözyurt@sabah.com.tr.
Düşünür, yazar, akademisyen Alev Alatlı’nın bu gerçekçi tespitinden kimsenin en ufak bir şüphesi olacağını sanmıyorum. Ancak Amerika’yı Amerika yapan da Hollywood sinemasının “yürütmede, yargıda ve yasamada” yapılan yanlışları, haksızlıkları ve vahşetini, sansürsüz, tarafsız ve özgürce eleştirdiği de bir gerçektir. Sinema ve dizi yapıtlarda Kızıl derililerin soy kırımından tutun, Ortadoğu-Asya-Afrika-Vietnam’da ya da dünyanın herhangi ücra bir köşesinde; Pentagon-CIA ve Küresel Şirketler sarmalında derin devlet düzeyinde yapılan jeopolitik/sosyokütürel ve politik stratejik planları gözler önüne çok çarpıcı bir şekilde kendisiyle ve dünya kamu oyunuyla yüzleşmekten çekinmiyor. Ülke olarak düşünen beyinlere önem veriyor. Yazarların, bilim insanların, düşünürleri n, yazılı medyanın eleştirilerini demokrasinin gereği olarak görür Amerika’da. Amerika halkı ve dünya halklarının gözünde ABD’leri kusursuz bir demokrasiyle yönetiliyor algı operasyonunda çok başarılıdır. Üçüncü dünya devletleri için de demokrasinin yayınlaşmasını istiyor görüntüsünü de her türlü propaganda argümanlarını maharetle kullanarak başarıyor. Ancak büyük sanatçıları, sinema ve dizi sektörü, eylemcileri ve düşünürleri Amerika’nın yaptığı her eylemde halkından ve diğer ülkelerden gizlemeye çalıştığı karanlık amacını aydınlığa çıkarmakta özgürce yazıyorlar çiziyorlar dizi ve sinema filmleri yapıyorlar. Sam amca üçüncü dünya devletlerinde demokrasinin yaygınlaşmasını istiyor. Ancak hangi tür bir demokrasinin istediğini ve niçin istediğini namuslu aydınları, günümüzün filozofları/düşünürleri ancak bu üst aklın şifrelerini çözebiliyorlar ve hem kendi halkını hem de dünya devletleri halklarını aydınlatmaktan geri kalmıyorlar. İşte bu bağlamda diyorlar ki Amerika geri kalmış bir ülkenin halkı için istediği tür demokrasi: ”Düşük Yoğunluklu Demokrasi” dır. Ve bu çok kırılgan bir sistemdir. “Bir yanda, yeni demokratik düzen halk hareketlenmesi için alanı genişletir ve dolayısıyla düzeni tehdit eden radikal talepler eklemlenirken toplumsal istikrarsızlığın artma olasılığına da neden olur.” (Barry Gills). Bunun anlamı da şudur. Dediklerimi yapacaksın yoksa senin ümüğünü sıkar nefessiz kalırsın. Bir kolum “IMF” seni denetleyecek isteklerine karşı gelmek beni üzer ve üzüldüğümde de senin ülkende kriz, darbe ve maazallah içinde çıkılmaz bir girdap olur ki içinde her türlü belanın akıl almaz vahşeti vardır. Özetle Amerika’nın 20. Yüzyılda yüklendiği dünya imparatorluk standardını gelecek yüzyıllarda da devam ettirmede ve güvenceye alma niyetini iyi anlamış ve anlamlandırmış çağımızın düşünürleri ne diyor? Bakalım:
Samir Amin-Chomsky-Andre’ Gunder Frank/DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ:
Kitabında Massachusetts Institute of Technology (MIT)’de Felsefe ve dilbilim bölümünde enstitü profesörüdür. Amerikan sanat ve bilim Akademisi ve Ulusal Bilim Akademisi üyesi olan Noam Chomsky: “Yeni Dünya Düzeninde Demokrasi Mücadelesi” başlıklı yazısında; “demokrasi ile ne denmek istendiğini ve dünyanın ne yönde değiştiğini açığa çıkarmalıyız. Bu soruları araştırdığımızda, dünya düzeni muhafızlarının, terimin farklı bir anlamında demokrasiyi bloke etmeye çalışırken, diğer bir anlamında onu kurmaya çalıştıklarını görürüz. Modern tarihin hakim temalarının günümüzün değişen koşullarında sürüp gideceğini ummak için her türlü neden vardır.
17.Yüzyıl İngiltere’sindeki ilk modern demokratik devrimden bu yana, elit gruplar çoğunlukla demokrasiyi teşvik edilmesi gereken bir gelecek olarak değil, Üstesinden gelinmesi gereken bir tehlike olarak gördüler.
Yeğlenen demokrasi versiyonunda ayak takımı ciddi meselelere karışmaktan alıkonulmalıdır. Amerikan gazeteciliğinin dekanı ve oldukça saygın ilerici demokratik teorisyen Walter Lippmann, Temel düşünceyi berrak bir şekilde açıkladı. “ şaşkın bir sürünün homurtusundan ve tepişmesinden özgür yaşayabilmemiz için halk layık olduğu yere koyulmalıdır.” ABD’nin misyonu “demokrasiyi geliştirme ve pekiştirme” dir. Fikrinde samimi olsaydı Amerika geri kalan dünya için “tepedeki kent” olabilirdi. Birleşik Devletler Körfezde demokrasi ile alakası olmayan bir işe girişti. Ağustos 1990’da bizzat başkan Bush’un ilan ettiği gibi, Birleşik Devletler “Amerikan yaşam biçimini” savunmak için Körfez’e askeri birlik gönderiyordu; demek ki Amerikan yönetimi, ABD yaşam standardını korumak için dünya piyasalarına petrol akışını güvenceye almak niyetindeydi. Aynı amaçla daha kaba bir gerekçeyle Küveyt emirini kurtarmaya, Kral FAHD’ı ve diğer muhafazakar körfez devletlerinin şeyhlerini kurtarmaya çalışırken demokrasiyle ilgili en ufak bir eylem veya söz duyulmadı. Saddam Hüseyin ve Irak ta da görüldü ki bütün bunlar “Amerikan Demokrasisinin Trajedisidir” (Roger Burbach-S:125). Global dünyanın serbest ekonomik pazarında “sermayenin daha fazla uluslarötesileşmesinin” önünde hiç engel olmayacak ilkesi düşük yoğunluklu demokrasinin öncelikli hedefidir. Yerli ve milli sermaye hareketleri bir başkaldırıdır. “Ulusalcı rejimleri yıkıp, yerine uysal otoriter rejimler” getirmek için olağan bir durumdur. Kitapta verilen örnekler 20. Yüzyılın ilk yarısında” İran’da MUSADDIK, Guatemala’da ARBEZ, Endonezya’da SUKARNO, Şili’de ALLENDE CIA’nın hışmından kurtulamayanlardır. Değerli devlet adamı eski dış işleri bakanı İhsan Sabri ÇAĞLAYANGİL : “1971 muhtırasının arkasında CIA vardır.” Sözleri asla unutulmaması gereken bir gerçektir. Asıl mesele şu: ABD dünya liderliğini kimseyle paylaşmak istemiyor. Tıpkı “Bolivar iki kişiyi taşımaz” hikayesinde olduğu gibi…
İsmet BOZDAĞ/Kazım KARABEKİR: PAŞALARIN KAVGASI: Kitabının sunuş bölümünde bir Amerikan hikayesini anlatır. Birbirlerini sevmiş ve güvenmiş, ölüm kalım meydanlarında birbirlerinin kollamış ve desteklemiş iki gangester’ in hikayesidir, öyle bir an gelir ki “güç” yalnız bir kişinin elinde olacak. ABD bugün dünya liderliğinde bu hikayedeki ruhu yaşıyor.
BOLİVAR İKİ KİŞİYİ TAŞIMAZ: “John ile Tom bir birini seven iki arkadaştır. Bütün vurgunları birlikte yapmış iki gangesterdir. Bir gün bile birbirlerine dargın kalmamışlardır. Derken günün birinde bir trende altın taşınacağını haber alırlar. Planlarını yaparlar treni soyarlar. Trende altınları korumakla görevli olan muhafızlardan biri, açtığı ateşle Tom’un atını vurur. John tereddüt etmeden döner. Arkadaşını atının terkisine alır ve bildiği sapa yollardan geçirerek kaybolurlar. Sığındıkları mağarada akşam ateş yakıp yemeklerini yerler. Yemekten sonra altınları atının terkisinde taşıyan John, Tom’a dönüp niçin altınları bölüşmüyoruz diye sorar? Trendeki terslik gibi bir durum olursa, birbirimizden ayrılmak zorunda kalırsak, niçin hakkımız kaybolsun. Altınları bölüşelim ikimiz de kendi paramızın sorumluluğunu yaşayalım. John’un bu fikri Tom’un gözlerini yaşartır. Bu ne vefakar arkadaşlıktır! Altını ortaya dökerler, John Tom’a ‘sen say ve paylarımızı ayır’ der. Tom saymaya başlar, Altın yığını küçüle küçüle biteceği sırada, Tom, alnına soğuk bir şeyin dayandığını hisseder. Bir de bakar ki John, silahını alnına dayanmıştır. Yüzünde katı bir kararlıkla ağır ağır konuşmaya başlar. ‘ Biliyorsun der, seninle bunca yıllık arkadaşız. Bugüne kadar birbirimizi incitmedik. Seni çok severim. Senden daha iyisi şöyle dursun, senin gibi bir arkadaşı ömrümün sonuna kadar bulamayacağımı çok iyi biliyorum. Ama ne yapayım artık ATIM BOLİVAR İKİ KİŞİYİ ÇEKEMEZ.” Der ve tetiği çeker….
İki kutuplu dünya düzeninde; Türkiye Amerika’nın önemli bir müttefikiydi. 19. Yüzyılın ortasından bu yana yüzünü “Batı” ya dönmüş ve siyasal kültür olarak temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olarak batı nezdinde kabul görmüştür görmesin de. O zaman ruhunda, Sultanlık rejimi ve ardından da otoriter şef- lider geleneğinden yeni çıkmış Türk toplumunun demokrasi serüvenini ünlü bir düşünürün yazdıklarından okuyalım.
BERNARD LEVİS/DEMOKRASİNİN TÜRKİYE SERÜVENİ: Çevirenler: Hamdi AYDOĞAN- Esra ERMERT
“Demokrasi bir yönetim biçimi olarak çeşitli dönemlerde ve çeşitli coğrafyalarda, birbirinden çok farklı serüvenler yaşadı. Bugün gelinen noktada, en iyi ve belki de tek yönetim biçimi olduğu yaygın olarak düşünülüyor. Kimilerine göre demokrasinin Batılı kökenleri, bu yönetim biçiminin başka kültürlerde yerleşik kazanmasını zorlaştırıyor. Batı’da bile tek bir demokrasi biçiminin olmaması, demokrasiyi benimsemek isteyen ülkeler için bir yandan model seçme güçlüğü yaratıyor, ama öte yandan kendi özgül koşullarına uygun, başka modellere harfi harfine benzemek zorunda olmayan demokrasi biçimleri geliştirebilmelerine olanak tanıyor.”
Müslüman olan ülkeler arasında neden yalnızca Türkiye’de bir demokrasi kültürü ve geleneği oluşabildiğini sorguluyor. Çağdaşlaşma sürecinde Batı’nın pek çok kurumunu benimseyen, benimserken de bunları önemli ölçüde kendine uyduran bir toplumun, demokrasiyle neler yaptığının bir dökümü. Batılı okurlar için, sık sık sorulan bir soruyu yanıtlamaya çalışıyor. “1946 seçimleri Cumhuriyet tarihinde hükümetin ilk kez organize bir muhalefet ile karşılaştığı seçimlerdi. Dört yıl sonra 1950’deki genel seçimler muhalefet partisinin zaferi ve iktidarın devredilmesiyle sonuçlandı. Hem yurtiçi hem yurtdışındaki yaygın beklentilerinin tersine cumhurbaşkanı, hükümet ve idari yapı seçmenin kararını kabul etti ve hükümet koltuğunu zafer sahiplerine bıraktı. O dönemde Boğazdaki üslere taleplerini de 1945 ve 1946’da ortaya koymakta hiç zaman kaybetmeyen savaş galibi Sovyetler
Birliği Tehdidi altındaydılar. Türk hükümeti Sovyet tehdidine karşı Batı desteğini arkasına almak için bazı demokratikleşme girişimlerinin yardımcı olacağını düşünmüş olabilirdi”
Türkiye’de demokrasinin uygulanması elbette Cumhuriyetin başarısıdır. Öncesinde 1908, 1912 yıllarında seçimler birden fazla parti arasında yapıldı. 1914 seçim yapıldı. 1919’da yeni seçim İşgal kuvvetlerinin gözetimi altında yapıldı. Son olarak da 1920 seçimi son oldu. “20 Ocak 1921’de, ortaya çıkmakta olan Türk Devleti’nin geçici anayasası işlevini görecek “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” kabul edildi. 29 Ekim 1923’te, uzun tartışmalar sonunda, meclis altı ek maddeyi kabul ederek “Türkiye Devleti’nin yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğunu… Cumhurbaşkanı’nın Büyük Millet Meclisi tarafından herkesin katıldığı bir oturumda kendi üyeleri arasından seçileceğini… Cumhurbaşkanı’nın devletin başı olacağını ve başbakanı görevlendirebileceğini” ilan etti. Yeni düzen 20 Nisan 1924’te meclis tarafından benimsenen Cumhuriyet anayasasıyla onaylandı. Nisan 1928’de yapılan büyük bir değişiklikle ikinci Madde’ deki “Türkiye Devleti’nin dini İslam’dır. Cümlesi çıkarılarak yeniden düzenlenmiş, diğer maddelerde de din ile ilgili tüm ibareler atılarak önemli değişiklikler yapılmıştı. Bernard LEWİS Müslüman bir ülke olan Türkiye’nin demokrasi serüveni yorumu üzerinden nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkeler arasında neden yalnızca Türkiye’de bir demokrasi kültürü ve geleneği oluşabileceğini seçkin ve yetkin bir bilim insanı olarak sorguluyor. Sorgulayanlardan biri de 21. Yüzyıl Türkiye’sinde çok yönlü bir düşünür ve siyaset bilimci Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman’dır. 1908-2008 yüzyıllık Türk siyasal modernleşmesini incelediği yapıtın birinci cildinde:
Prof. Dr. Hasan Bülent KAHRAMAN/TÜRK SİYASETİNİN YAPISAL ANALİZİ- Kavramlar Kuramlar Kurumlar: Kitabında 1950-1960 dönemini; 1946 yılında DP kurulur. Bu çok partili modele geçilmesiyle tek parti iktidarının karşısında yer alır. Bu büyük bir değişiklik demektir. Genel kanı olarak Türkiye’nin demokrasiye geçişi şeklinde yorumlanır. H.B. Kahraman ise bu bir “yanlış- çünkü eksik bir algılamadır der. Çok partili hayatın doğrudan doğruya demokratik bir siyasal yapıya tekabül etmeyeceği açıktır. Çok partinin mevcudiyeti demokratik siyasetin biçim koşullarından birisi olabilir. Fakat demokrasinin kendisi olamaz. Ne var ki, bu değerlendirme söz konusu dönüşümün önemi azaltmaz. Tersine, yeni durum son derece önemlidir. 1946 seçimlerinde halkın iradesinin sandıklara yansıması, tamamı CHP ‘memurları’ ve taraftarı olan yerel yöneticiler aracılığıyla engellenmiştir. 1950’de yapılan ve DP’nin ezici başarısıyla sonuçlanan seçimlere kadar geçen dönemin ürettiği ve gene doğrudan doğruya demokrasiyle ilgili son derecede önemli iki büyük oluşumundan söz etmek gerekir. İlki, CHP ile devlet yöneticisi kademeleri arasındaki ilişkinin koparılmasıdır. İkinci önemli çıkışsa, seçim şartlarının değiştirilmesidir. Daha önce uygulanan ‘açık oy gizli sayım’ ilkesi ortadan kaldırılmış ve ‘gizli oy açık sayım’ ilkesine geçilmiştir.”
Seçim kanununda yapılan diğer değişikliklerle birlikte düşünüldüğünde DP oylarının %52.7’ sini alarak parlamentoda 420 koltuk elde etmiştir. “ordu- bürokrasi- aydınlar” İttifakı sona ermiş oluyordu.Bir de gerçekten demokratik rejimin iyileştirmesi için özgürce fikirlerini icraata dökmüş Türk siyaset hayatının renkli siması;
Prof. Dr. Turan GÜNEŞ/ TÜRK DEMOKRASİSİNİN ANALİZİ: Demokratik düzenin yürüyebilmesinin önünde; “Partizanlığı” önemli bir engel olarak görür. 28 Kasım 1961 Tarihli “Partizanlığa Çare Bulabilecek miyiz?” makalesinde “Partizanlığın, bizim toplumumuzun belli başlı dertlerinden biri olduğunda şüphe yok. Bunu kaldırmak için bir iktidar, ne kadar çalışırsa o kadar övgüye değer olacaktır. Fakat partizanlıkla savaşta, hastalığa ciddi bir teşhis koyup, çareleri de ona göre düşünmek gerekir. Bizde, çok defa partizanlığın kaynağı iktidardakilerin kötü niyeti sanılır ve eğer iyi niyetli dürüst insanlar iş başında bulunursa partizanlığın kalkacağını beklenir. Vatandaşlara eşit muamele ettiniz. Terazinin sapını doğru tuttunuz mu mesele tamamdır. Dürüstlüğün, iyi niyetin değerini inkar
edecek değiliz. Ama sadece kanuna bağlılığın ve iyi niyetin bu işleri halletmeye yeteceğini sanmıyorum. Çünkü bence partizanlık sadece kötü niyete dayanan bir şey değil. Bu Türk toplumunun yapısı ve siyasal yaşamamızın, siyasi partilerimizin yapısı ile ilgili bir sorun” ne dersiniz partizanlığın kaynağı sadece yönetenlerin kötülüğünde değil, çok daha derinlerde, toplumun köklerinde iflah olmaz bir “Doğu/Şark” toplumları hastalığı ki tedavisi daha uzun yıllar sürecek gibi, Deneyimli değerli usta gazeteci Taha Akyol “Otoriter Demokrasi: 1946-1960” dönemine sistem sorunu açısından incelediği …….
Taha AKYOL/ KUVVETLER AYRILIĞI OLMAYINCA: Kitabında: “Kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, bağımsız anayasa mahkemesi ve hukukun üstünlüğü kültürü olmadan 1950 yılında girilen çok partili dönemde olaylar nasıl gelişti? Siyaset darbe felaketine giden yolda nasıl yürüdü? Çok değerli sağlam bilgilerle içeriği zengin bir dönem (1946- 1960)’ini Akyol’un bu inceleme/Araştırma kitabında da kuvvetler ayrılığı bahsinde de 1924 Anayasası’nda Halk Fırkası Genel Başkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “Milli Şef- Ebedi Şef” düzenlemeleri vardır. Yani Anayasa’ya aykırı değildi. 1950-60yılları arasında demokrasinin altın yılları gibi algılansa da parti taraftarlarının bitmez tükenmez kavgasını da unutmamak lazım. Değerli yazarın ‘Kuralların ve kurumların zayıflığı başlıklı’ yazısında: Adnan Menderes, başbakanlığın “altın yılları” nda, 1953’te iktidarların yozlaşmasını tek parti dönemi örneğiyle şöyle izah etmişti: “ Denetimsiz bir idarenin uzun sürmesi nispetinde memleket idaresinde mukadder olarak bütün işlerin günden güne soysuzlaşarak bozulacağı ve böyle bir idareye maruz kalan milletlerin ise baştan başa bir gayri memnunlar topluluğu haline geleceği tarihin bin bir misalle bize öğrettiği hakikatlerdir.19.yüzyılda Lord Acton’ın yazdığı gibi ‘Güç yozlaştırır, mutlak güç mutlaka yozlaştırır”
Halide Edip Adıvar: DP İzmir Milletvekilidir. Başbakan Menderes, hükümet programında irtica ve aşırı solla mücadele edileceğini anlatırken, “Fikir ve vicdan hürriyeti perdesi altında bütün hürriyetleri yok etmekten başka bir maksat gütmeyen bu ajanları” adaletin pençesine teslim edeceklerini söylemişti. Menderesin partisinde bir milletvekili olan bu büyük yazar meclis kürsüsündeki konuşması bugünün siyasetçilere de ışık olacak demokrasi dersi dersek abartma olmaz. Hükümet programı hakkındaki konuşmasının sonundaki ifadeleri şöyledir. “Programın sonlarında, şimdiye kadar dikkati çekmemiş bir fıkra vardır ki bunun üstünde durmayı bir vicdan borcu addediyorum. Bu da aşırı cereyanların tehlikesinden bahsederken, mizah ve tenkit kisvesi altında yapılabilecek yayınlara karşı yapılan ve zorla hareket edilebileceğini müphem bir surette ifade eden birkaç satırdır. Bunlar aciz kanaatimce, vicdan ve söz hürriyeti için bir tehlike işaretidir.” Halide edip, ajanlık edenler dışında şu ve ya bu ideolojiden bahsedenlere cebir ve şiddet uygulamasının tehlikeli bir zihniyet olduğunu söyledi. “Bilirsiniz ki arkadaşlar, bizde Mehmet Akif’in şiirlerini benimseyenlere mürteci, Tevfik Fikret’i büyük şair telakki edenlere komünist damgası vurulur. Bilirsiniz ki, Mehmet Emin’in ‘Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur’ mısraını tekrar edenlere de hem mürteci hem de ırkçı lakabı verildiği vakidir. Böyle bir devirde programın yukarda zikrettiğim satırlarının fikir hürriyeti için bir tehlike teşkil etmesi imkanı vardır. Bunun üzerine dikkatinizi çekerim. Garp medeniyetinin beşiği olan bu yurtta büyük Türk milleti, Batı medeniyetinin ışığı ile ileri sulhun, ileri demokrasinin istikbalde de bayraktarı olacaktır, buna içten iman etmiş bulunuyorum.”
KAYNAK:
1-Alev ALATLI/SUÇ ORTAĞI HOLYWOOD:
olkanözyurt@sabah.com.tr.
2-Samir Amin- Chomsky- Andre Gundelanr Frank/DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ:
Alan Yayıncılık- Çeviren Ahmet Fethi-1. Baskı Ekim 1994
3-Kazım KARABEKİR/PAŞALARIN KAVGASI: (Yayına Hazırlayan Prof. Faruk Özerengin)
Emre Yayınları 6.Baskı. Nisan-2005
4-BERNARD LEWİS/DEMOKRASİNİN TÜRKİYE SERÜVENİ:(Çevirenler: Hamdi Aydoğan- Esra Ermert)
Yapı Kredi Yayınları- 3. Baskı- Ocak 2007
5- Hasan Bülent KAHRAMAN/ TÜRK SİYASETİNİN YAPISAL ANALİZİ: (KAVRAMLAR, KURAMLAR, KURUMLAR)
Agora Kitaplığı- Birinci Basım Eylül 2008
6- Turan GÜNEŞ/TÜRK DEMOKRASİNİN ANALİZİ: (Hazırlayan Hurşit GÜNEŞ)
Ümit Yayıncılık- Birinci Baskı/Aralık 1996
7- Taha AKYOL/KUVVETLER AYRILIĞI OLMAYINCA- OTORİTER DEMOKRASİ: 1946-1960
Doğan Kitap- 2. Baskı Haziran 2021