Kitabı elime aldığımda, bilinç dışı bir hareketle evirir çevirir, ön kapağına, üzerindeki yazılara, sembollere, tasarımına bakarım. Canlı bir varlığın kalbini elimde tutuyormuş gibi bir hisle dolar içim. Sohbet divanına yeni bir dostla oturmanın heyecanını yaşarım. “Kitaplar da insanlar gibidir, bir bakar bağlanırsın. Çevrende olması, başucunda bulunması güven verir sana. Dostlarına hediye eder, tavsiye edersin. Sevmişsindir bir kere, görmezsin eksikliğini. Okuduklarından paragraf dörtlük bölüm neyse, ne içeriyorsa aktarmaya yeltenir, tamamlamaya çalışırsın kitabını” der üstat Nazım Payam bir yazısında. İşte bugün kitaplığımdaki dost; “IŞIĞI ARAYAN GENÇ”YÜKSEK MUALLİMLİNİN HİKAYESİ” Ramazan Demir hocanın, biyografik roman türüne örnek kitabı. Bu kitap okumayı da yazdırmayı da bana sevdiren bir dost. Birey olarak başarının getirdiği haz ile bin yıllarla ifade edilecek toplumsal geri kalmışlığın verdiği hüzün iç içe ustalıkla sanat değeri olan bir tablo gibi sunuyor okura. Roman kahramanı Oğulcan “umutla umutsuzluğun; var olmakla yok olmanın; ölümle yaşamın; kesiştiği” kavşaklardaki yol ayrımında seçtiği yollar çok engebeli karanlık tünellerle dolu olmasına rağmen kendine rehber seçtiği bilgi fenerinin yaydığı ışığa sürekli ve istikrarlı bir tekamül içinde gözü kara koşmuştur. Okul, öğretmen, okumak, bilgi gibi kavramlar; benliğinde ışık enerjisi olarak kodlanmıştır. Kitap arı duru bir dil ile yazıldığı için okunması keyif verici olmasına karşın; Yazar o zaman ruhundaki yol gitmemiş bir dağ başında kırlık yerdeki yaşamını anlatırken okuru o coğrafyada onunla aynı dönemi yaşamış gibi büyülü bir atmosferin içine çekiyor. Oğulcan’ın dağ başında başlayan okul hayatının basamaklarını hızla tırmanarak önce civar şehirleri ve daha sonra da kariyer yaptığı “Çapa Yüksek Öğretmen Okulunda” da, İstanbul’un sosyal yapısından ve atmosferinden etkilenir. Üç gün ve üç gece kara trenle yaptığı yolculuğun bir sabah vaktinde Haydarpaşa tarihi binanın ön kapısında, İstanbul’u gördüğü an ki ruh halini anlattığı bölümlerde de tam anlamıyla bir senaristin ustalığını sergiliyor. Özgün bir kurgu ile okuru; sinema filmini seyrediyormuş gibi bir hisle şaşırtma maharetini sergiliyor. Bu yolculukta yanında gücünü hissettiği nesnel arkadaşı için “Anadolu’da tahta bavul, bir bakıma uygarlığın ifadesi… Kentin köye taşınma şekli… sırların, mahremlerin, değerlerin saklandığı bir dert ortağıdır. Torba ile askere, yatılı mektebe bohça ile gönderilen talebenin bavulla dönüşü bir değişimin ifadesi olarak kabul edilir…”
Romanın içeriğinde asıl sorun; Oğulcan büyürken birey olarak karşılaştığı problemleri çözerken büyük bir hazla mutlu oluyor. Öğretmen, profesör olmak, Bilgiyi bilime çevirme maharetine kavuşmak, büyük bir özlemle aradığı ışık artık avuçlarında. Güven, haz duygusuyla ayakları yerden kesildiği zamana gölge düşüren eksik şey! Zihinsel dünyasında; bireyin içinden çıktığı toplumu değişim ve dönüşümle taçlandıracağı inancını yitirdiği anlarda; haz ve hüzün iki rengin karşımı gibi iç içe giriyor. Kırlık yerden ayrılıp büyük şehirlerde kendilerine yeni bir yaşam biçimi seçmiş maddi olarak zengin olmuş arkadaşlarıyla karşılaşmalarında da konuştukları konu genelde hüzünlü söylemlerdi. İçinden çıktıkları topluma yabancılaşmak ve buna çare ararken çaresizliğin hüznünü yaşamak. Geride bıraktıkları toplumun hiç bir değişime uğramaması, bin yılların durağanlığında perişan hayatların etkisi camdan keskin kıldan ince bir kıymık gibi batıyordu yüreklerine. Tek tek bireyin gelişimi toplumun da aynı hızla değişmediği acısı başarının getirdiği sevince gri bir gölgeydi. Ve daha acısı da içinden çıktıkları topluma da yabancılaşmak ağdalı bir dramdı.
Türkiye’de dünden bu güne ne değişti sorusuna cevap arayanlar, okuma azminin itici gücünü, tahta bavullu aydın devriminin kısa tarihinde haz ile hüznün iç içe olduğu bir dönemini yaşamak isteyenler için yazar ile çıkacakları “Hakikat yolculuğunda “ keyifli okumalar dilerim…