“Başım dedi: Dinlen; gönlüm dedi: Koş!
Başım dedi: Durul; gönlüm dedi: Coş!
Başım yüreksizdi, gönlüm başıboş;
Başımla gönlüm edemedim eş;
Biri yüz yaşında, biri yirmi beş.”
Celal Sahir Erozan’ın dizelerini ve Servet-i Fünun’un şairlerini kim hatırlar? Değerli yazar Muharrem Yellice’den gayri…
İki yıla yakın süredir insanoğlunu bir korku atmosferinde perişan eden pandemi ya da coronavirüs adlı sinsi düşman bilimin aşı silahı karşısında ilk günlerdeki eski korkunç gücünü kaybedince; hayta gönlüm başka yerleri, değişik insanları görme, tanıma arzusuyla “dedi: Koş!”
Öyle ya! Öz olan ‘Ben’ yaşlanmaz ki.
20. yüzyılın en önemli fizikçilerinden David Bohm’un öne sürdüğü gibi “Geçmiş, şimdinin içinde saklı olan bir tür “saklı düzen” aktif durumdadır. İnsan zihninin ve geçmişin holografik kayıtlarının aynı alan içinde bir arada var olduğunu, bir birlerine komşu durumunda oldukları anlamına gelmektedir. Böylece, geçmişe geçebilmek için yapılması gereken tek şey kişinin dikkat odağını kaydırması olabilir.” Yunus’un: “Bir ben var benden içerü” dediği gerçek olan enerjiden ibaret benzetim özne beyinde saklı düzende var demektir.
Beynimin saklı düzeninde var olan çocuk ve Ege coğrafyası arasında doyumsuz bir özlemin tadı var. 1958 senesinin baharında taka bir mini otobüsün sarsıntısıyla uyandığımda İzmir şehrine hâkim bir tepeden bakıyordum. O, zaman diliminde kırlık alanda yaşamış bir ergenin tahayyül sınırlarını aşan dünya incisi bir manzaranın şaşkınlığı içinde masmavi bir gök parçasının kara parçası üzerine nasıl indiğinin idraksizliği içinde; gökyüzü yerde! Gökyüzü yere nasıl indi? Sözleri ağzımdan istem dışı çıkıverdi. Elazığ-Yeniceli Gakoş Kemal bilgiç bir tavırla; “ulan kıro gökyüzü değil deniz o, deniz ha, valla sen hiç deniz görmemişsen ayıptır lo…” Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi sanat okullarında üç sene üst üste iftihar listesinde yer almış ve Aydın Erkek Sanat Enstitüsünde yatılı okumaya hak kazanmış öğrencilerin içinde Kemal Beyazıt zeki, çalışkan ve çok güzel Türkçe konuşan aksanı düzgün bir öğrenciydi. Sevdikleri ile mahalli aksanla dalga geçerdi. Gerçekten de o güne kadar hiç deniz görmemiştim. Aydın şehri büyüsünden henüz kurtulmamışken varyanttan İzmir’i gördüğüm olağanüstü manzaranın heyecanını Gakoş Kemal’in alaycı tavrı da bozmadı.
Eski zaman karayolunda; Aydın-Selçuk ilçesinden sonra İzmir’e ulaşımın başlangıç noktası anlamına gelen seyirlik tepe, ‘Varyant’ olarak biliniyordu. Ve bu tepeden İzmir’i algılamak şüphesiz ki her bir öğrencinin zihninde farklı olmuştu. Aileden, içine doğduğu kültürden ve biyolojik donanımı ölçüsünde duygusal ve zihinsel algıyla bu kenti ezberine almışlardı.
Her on Km, de arıza çıkaran aracımız yokuş aşağı Arnavut Kaldırımı şeklinde döşenmiş kıvrımlı yoldan konak meydanına ve oradan da efsane; Mithat Paşa Erkek Sanat Enstitüsü binasının önünde durdu. Özel aracıyla gelmiş müdürümüz Mehmet Emin Dicle ve yanında rehber öğretmen Abdullah Balcı bizi karşıladılar. Şimdi bu yaşımda anlıyorum ki bu değerli iki eğitimci doğu ve güneydoğu Anadolu bölgesinden gelmiş evlatlarına gelişmiş batı kültürünü tanıtmak amacı ile resmi tatil günlerini fırsat bilerek bir iki günlüğüne de olsa gezdirmek için uğraşmışlar. Her gezimizde uğradığımız yerlerin en gelişmiş albenili semtlerini, kültür fuarlarını, antik kent kalıntılarını bize göstermek için çaba gösteriyorlardı.
İzmir Mithat Paşa Sanat Okulu ve bulunduğu Mithat Paşa Caddesi de köy kökenli bu çocukların aklını başından alacak kadar güzeldi. İzmir körfezinin gök mavisi denizinin imbatla dalgalanan suyunun okulun avlusuna akmasını engelleyen daracık caddenin kaldırımıydı. Görkemli tarihi bina okul değil de denizin içinde bir yalı gibiydi. Buraya kadar her şey normaldi. Ancak daracık caddenin denizle buluştuğu yerde koca bir köşkün deniz içinde nasıl mesken olarak inşa edildiğini dahası içinde nasıl yaşandığını anlamak mümkün değildi. Denizin masmavi suları üzerinde yatıp uyumak sabahın erken saatinde imbat rüzgârıyla nefes almak nasıl bir şeydi? İyot kokan içinde balıkların oynaştığı deniz suyu içilecek kadar temizdi.
1958’de Mithat Paşa Caddesi, Konak saat kulesi, Sarı Kışla tarihi binası, Kordon Atatürk Caddesi, Alsancak semtinin ulu ağaçları, Kültür Parkı, mimar Kemalettin Bey Caddesinin tarihi yapıları ve tabii ki bir masal beldesi kadar ihtişamlı olan Karşıyaka’nın yasemin kokulu bahçeli yalılarını üç dört gezide İzmir’i okudum bildim demekle olmazdı. Bu güzel şehri sevmeme vesile olan okul gezilerinden sonra ki yıllarda bilerek severek gezdim gördüm ve anlamlandırarak beynimin holografik evreninde saklı düzeninde ezberime nakşettim. Zihnimdeki İzmir koca Ege bölgesiydi. Ve bu bereketli coğrafya; üzüm, incir, zeytin bahçelerinin dingin, huzur dolu bir hayatı yaşamakla eşanlamlıydı.
*
“İncir hakkı için. Zeytin hakkı için” diye başlayan kutsal tanrı emrine kul olarak buna ilave edeceğimiz bir de üzüm hakkı için de desek uygun olur diye düşünüyorum. Belki de üzümün suyundan imal olunan içecekleri haramdır şartlanması olduğu için, incir ve zeytin kadar nadide olan bu nimet kutsal olarak anılmamıştır. Ömer Hayyam’ın öğrencisi, Semerkan’tlı Nizami’den öğrendiğimize göre çağında matematikçi, felsefeci, gökbilimci, Selçuklu medreselerinde ders veren, takvim yapan, yoz ve yobaz düşünceye, riyakârlığa ve taassuba karşı rubaileriyle savaş açan büyük düşünür meşrebince şöyle yazıya dökmüştür.
“Benden Muhammet Mustafa'ya saygı ve selam:
Deyin ki, hoş görürse eğer, bir şey soracak Hayyam:
Neden Yüce Efendimizin buyruklarında
Ekşi ayran helal da güzelim şarap haram?
Benden Hayyam' a selam söyleyin demiş peygamber;
Sözlerimi yanlış anlamışsa eğer, çiğlik eder:
Ben şarabı herkese haram etmiş değilim ki
Hamlara haramdır, doğru, ama olgunlara helal.”
Antik çağın en önemli üç bitkisi zeytin, üzüm ve incir Ege coğrafyasının zarafeti ve büyüsüdür. Bu kutsal nimetlerden doğan büyük bir kültürün yurdu olan bu coğrafyayı dolaşırken eski ve yeni olanı mukayese etmek zaman zaman insanı hüzünlendiriyor.
Cumhuriyetin iktisat politikasında; “Birinci Beş Yıllık Sanayii Planda” kurulacak fabrikaların en sonuncusu olan Nazilli Basma Fabrikası büyük önder Atatürk’ün vefatından bir yıl önce 1937’de açtığı son fabrikaydı. Nazilli’nin kalkınmasından, sosyal hayatın modernleşmesinde çok önemli bir rol olan bu fabrika artı yok.
Artık büyük tekstil fabrikaları dünyanın en iyi kumaş üretenler arasında yer alıyor. Gül bahçeleri arasında müstakil meskenler yok. İzmir’de Mithat Paşa Erkek Sanat Enstitüsünün görkemli tarihi binası ile körfezin mavi suları arasında koca bir şehir var. Suyun içinde o yalı da yok. Karşıyaka bir orta Anadolu şehir manzarası görünümünde arada kalmış bir köşkün hazin görüntüsü var. Ama dünya markalarını sergileyen ışıltılı vitrinli mağazalar var. Deniz vapurları yok. Binlerce insanın bir arada ve bir anda karşıdan karşıya taşıyan kurgu bilim filmlerindeki uzay gemileri gibi toplu taşıma araçları var.
Necip MİRKELAMOĞLU’nun “Şu güzeller güzeli yar gibi geldi bana. Bir münasip zamanda, mesela saat onda buluşalım Kordonda der gibi geldi bana.” Eski zaman İzmirlilerin dilinden düşmeyen şarkının nidasını muhafaza etmiş herhangi bir nesne de yok.
Eğer eski İzmir’i, Kuşadası’nı, Selçuk harabelerini, Seferihisar koylarını, dizilere sinema filmlerine doğal plato olan Sığacık koyunu görüp de hüzünlenirseniz? Vaz geçmeyin dağı taşı kutsal zeytin ağaçlarıyla kaplı bozulmamış Şirince köyünde ve mümkünse bir taş konakta bir gecede olsa eski zaman Ege rüyayısını görün derim.