“Taşralaşan ve Taşrasını kaybeden Türkiye”
“aynanın karşısında
Kör bir adama
Uzun uzun bakıyor
Yansıma
Diyor ki: her gerçeğin
Bir kusuru var
Ama her görüntü
Mükemmel bakar bir kusura” Salih Mercanoğlu
1940’lı yılların başında doğmuş olanların artık eski bir kuşak diye anılması doğaldır. İki dünya harbi sonrası Türkiye ile bugünün Türkiye’sini, kıyaslama yaparken bugünün aksakallı kuşakta genel kanı şudur: “Günümüz insanın yakaladığı refahı, teknik ve teknolojideki gelişmeyi hayal bile edemezdik.” Der ve bunda hiçbir abartı yok. Radyo dinlerken şaşkına dönen, beyaz perde üzerinde tabanca çeken kovboya belindeki tabancayla karşılık veren insanların olduğu bir dönemden geldi bugünün aksakallı nesil, işte o zaman ruhunda erken Cumhuriyet döneminde temelleri sağlam atılmış Milli eğitim ordusunun genç neferleri öğretmenler bu kuşak için ışık oldular. Bir de; haktan ve halktan yana olan yazı dünyasının şövalye ruhlu yazı adamları var ki, onlar da toplumun içinden çıkan aydın insanlardır. Edebiyatçı, siyasetçi Sadri Erten, Cumhuriyetin on beşinci yılında gözlediği bir değişimden söz eder örneğin der ki: ”… 924 senesinde Türk münevverleri objektif hakikatlere bugünkünden daha fazla yakındır. ‘müspet ilim’ ufuklarına daha fazla yakındılar. ‘Müspet ilim’ ufuklarına koşmak onların idealiydi.”(Tanıl Bora-Taşraya bakmak- Necati Mert/Taşra ve Aydınları s.142) Onlara da tıpkı öğretmene duyduğumuz saygı ve minnettarlığımızı sunmak gerek. Türk basın ve yazı dünyasının değerli ustaları: ekonomik, kültürel, siyasal ve yaşam kalitesinin yükseltilmesinde hisseleri olan ve kendimize rehber yol gösterici seçtiklerimizin rolü büyüktür. Bir anlamda bizim düşünürlerimiz filozof öğretmenlerimizdir onlar. Sosyolog olarak gördükleri yanlışları açık yüreklilikle yazarlar. Onlar; Tarihi, edebiyatı, tiyatroyu, sinemayı velhasıl sanatın her dalında, havas kültürümüzü, arabesk ve kitle kültürümüzü yazarken, çizerken, söylerken beslendikleri kaynak, zaman ve mekan olarak efsanevi şehir İstanbul’u da anlatırlar. Kadim, derin ve köklü bir tarihi olan bu milletin geçmişi 19. Yüzyıl Restorasyon hareketiyle bu şehrin saraylarında, büyük konaklarında, yalılarında yazılı ve sözlü olarak zihinsel ve fiziksel olarak arşive alındı. Ve eski zaman ruhunda ki, henüz nüfusu yarım milyon iken, kadim halkı için İstanbul dışında Anadolu’nun tüm kentleri taşra sayılırdı. Taşra ruhunu iyi anlayabilmek için; Nuri Bilge Ceylan’ın vizöründen çekilmiş siyah beyaz fotoğraflara ve de Tanıl Bora’nın Türk entelektüel yazarlardan derlediği yazıları okumak gerekir.
Tanıl Bora (Derleyen)/ Nuri Bilge Ceylan (Fotoğraf)/ Taşraya Bakmak kitabında: “Süleyman Nazif’in vaktiyle, Abdülhamid tarafından Bursa’ya üstelik Vilayet mektupçusu olarak gönderdiğinde üstadın bunu bir sürgün kabul ederek sızlanıp durduğu ve ‘Hürriyet’ ten, yani Temmuz İnkılabından sonra ‘biz de mağdur edildik vaktiyle’ edebiyatından hisse kaptığı malumdur. Devir bir başka devirdir; kendi rızasıyla Erenköy’deki köşküne ‘tebdil-i hava’ ya giden İstanbullular bile kendilerini taşraya çıkmış addettikleri zamanlardır.(Memleketin taşra hali: Ahmet Turan Alkan). Bugün dahi “çakma İstanbullu” da Anadolu’ya taşra diye baktığına da bir mim koyalım.
Şükrü Argın/ Taşraya içeriden bakmak mümkün müdür? Başlıklı yazısında; Salih Mercanoğlu’nun yüreğimizin tellerine okunan mısralarıyla başlıyor anlatmaya:
Çakıl taşları içinde metal iki çizgi
Paralel
Küflü vagonların altından uzuyor
Yere yatmış uçsuz merdiven
Kirli sarı bir gar taşıyor kıyısında
Oyundan atılmış çocuk
Uzun uzun izliyor bu taşra resmini
Tanıl Bora/Taşralaşan ve Taşrasını Kaybeden Türkiye/Makalesinde: Murat Belge’nin 1990’da yayımlanan; “Türkiye Dünyanın Neresinde?” kitabından okura aktardığı yazısında; Epeydir, Türkiye’nin taşralaştığını, dahası taşralılığın toplumda kökleştiğinden yakınıyor. Biz bize benzeriz, üç ahbap çavuş, sen, ben, bizim oğlan ideolojisinin egemenliğinden yakınıyor. “Dünyayı, başkentte olanları taşradan seyreden kasabalılar gibi izlemeye” yatkınız, ona göre. Taşrayı sıfat anlamının olumsuz çağrışımlarıyla aldığımızda; “Taşra: Darlık, boğuntu, kasvet, tekdüzelik, kenarda kalmışlık, gerilik, bağnazlık, kavrukluk, güdüklük, cemaatlere sıkışmış bir kısır kamu alem..” sahiden, Türkiye’nin bu yüzünü görmemek mümkün müdür?. Belki de bu yüzden köyden, kasabadan, küçük şehirlerden İstanbul’a büyük göçler oluyor. Tanzimat hareketiyle değişime başlayan ve Cumhuriyet devrimleriyle dönüşüm Paradigmasıyla taçlanan “Türk modernleşme” projesinin hala tamamlanmaması da bu sebepten ötürüdür. “Anadolu ücralarında değil, en modern ve ‘dünyaya açık’ muhitlerde de görebiliriz taşralılığın yüzünü. Yerleşik şehir kültürü, büyük bir nüfus ve hızla kendisine akan taşrayı massedecek güçten ve kaliteden yoksun. Sonuç, taşranın şehri kaplaması oluyor.”
Tabi bir de taşranın olumlu yüzü de var. Taşra: “Saflık, samimiyet, sıcaklık, sahicilik-otantiklik, sükunet, asudelik…” gibi meziyetlerini de yitiriyoruz taşradan kurtulayım derken.
Mustafa Kutlu: Bu yitişi “Ölü şehre” dönüşmek ile “İrileşmek” arasındaki bıçak sırtı/ Yazısında: “Pazarı bile kurulmayan, eşrafı ölmüş, esnafı dağılmış, konakları çökmüş kasabalar artık birer ‘ölü şehir’ niteliğindedir, yok eğer bu makus talihi yenebilmiş ise, bir Nazilli, bir Çarşamba, bir Suşehri olmuşlarsa bu defa ‘il namzedi’ diye ikide bir meclise mebuslara karşı gösteriye girişebilirler. Tabii ki, onların artık arastası, semercisi, nalbandı, iki yanı dut ağaçları, kavak ve çınarla kaplı sokakları kalmamıştır. Muhtemelen bir veya birkaç bulvara, meydana, heykele, çok katlı İşhanlarına, mahalli gazetelere, hükümet ve belediye saraylarına, düğün salonlarına, halı sahalara kavuşmuşlardır. Üçüncü ligde oynayan futbol takımları vardır. Organize sanayi bölgeleri kurulmuştur. Yani artık Kasaba fiilen yoktur. Ama ruhu yaşıyor. Meclisteki kavgalarda, Hilton’daki düğünlerde, şark köşelerinde… (Kasabaya ne oldu? Akasya ve mandolin içinde, Dergah yayınları-2.baskı-2001)
Bir çelişki mi bu durum? Bir gerçek var ki, olumsuzluklarından dolayı taşradan kurtulayım derken taşranın olumlu yanını yitiriyoruz. İkincisi göç alan şehirler de kendi içinde taşra oluyor. Şehir kültürü yerini taşranın olumsuz yanıyla erozyona uğrayıp yok olup gidiyor. İkincisi taşrada şehirleşmenin getirdiği problemler var. Altyapısı olmayan şehir görünümlü kasabaların Türkiye’yi taşra görünümüne mahkum ediyor. Ve artık şairlere, ressamlara ilham veren eski zaman Türkiye’ sinin ;
“Bu şehr-i İstanbul ki bi-misl ü bahadır
“Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşid-i cihan-tab ile tartılsa sezadır
Altında mı üstünde midir cenneti a’la
Elhak bu ne halet bu ne hoş ab u havadır” ….
Ve Atilla İlhan’ın Tarz-ı Kadim şiirinde yakındığı;
“beşiktaş’a yakın hanesi yerle yeksan oldu nedimin
Baki o enis-i dilden
Bir yahya kemal kaldı hal-i hazırda”
ve iktisadi terimden biliyoruz ki “uzun vadede herkes ölür.” Tamam da Viktor Hugo’nun yazdığı eski Paris niçin ölmüyor. Tam tersi asırlardır kendini onararak gençleşiyor güzelleşiyor. Oysa ki güzel olan sadece coğrafi tarafı değil ; 18. Yüzyılın ilk çeyreğinde. Divan edebiyatının büyük şairi Nedim, aynı zamanda “Hep halkının etvarı pesendidi vü makbul” diye de övgüler yağdırıyor… Bugünün İstanbul’ nu haber yapanlar ne diyor?
Yalçın Bayer/Belanın adı: Çamur gibi koyu sıvı-Hürriyet Gazetesi- 11 Haziran 2021 tarihli haber yazısı: “Herkes merak içinde. … Kiminle konuşsam lafa ‘Marmara’ ile giriyor, ‘Ne olacak’ diye devam ediyor sözlerine…. Marmara denizinden bahsediyorum. Marmara, su yüzeyini saran ve halkın ‘deniz salyası’ dediğimiz ‘müsilaj’la boğuşuyor. Müsilaj: Latince’ de; Çamur gibi koyu sıvı anlamında. Marmara’ya kıyısı olan yedi ilde (İstanbul, Tekirdağ, Çanakkale, Balıkesir, Bursa, Yalova, İzmit) vahim bir durum yaşanıyor. Araştırmalarda, sadece deniz yüzeyinde ‘müsilaj’ değil, 15-20 metre derinliğe kadar Jelimsi bir yapının olduğu söyleniyor. Alınan su örneklerinde bir litrede 0,8 milimetreküp oksijen ölçülmüş. Deniz içindeki yaşamsal faaliyet için alt sınırının 2 milimetreküp olduğu söyleniyor. Açıklamalara göre, oksijenin azalmasına ve müsilaja neden olan iki şey ‘azot ve fosfor’ yükleri. Sebebi de yıllardır denize akıtılmış yükler.”
Tabii ki demografi kavramı üzerinde meseleye bakan okur; Lale devrinde sadabad ve kağıthane mesire yerinde feraceli nazendenin fetan bakışlarından ilham alan Tanbur-i Mustafa Çavuş’un “Küçük suda gördüm seni. Gözlerinden bildim seni” Hüseyni makamında yaptığı şarkının bestelendiği o zaman ruhundaki İstanbul ile 21. Yüzyılda denizleri kirlenmiş olan Megapol bir alanı kıyaslamayı aklından bile geçirmez. Ancak öncesi ve sonrasını merak edenler için bu bir merak konusu olacağı da kesin. İşte dün ile bugün arasında köprü olan üstat yazar Salah Birsel’in yazdıklarına bakın:
Salah BİRSEL/ Boğaziçi şıngır mıngır “Sıkı durun; 1898 Temmuzundayız. Boğaz, hadi Kandilliden başlayarak diyelim, zümrüt yeşili, krom yeşili, kobalt yeşili, Türk yeşili, nefti, çimen yeşili, limonküfü, küllenmiş çağla rengi, veronez yeşili, Viktorya yeşili ve daha 88 yeşile boyanmış ağaçlar, çiçekler ve böceklerle ağzına kadar doludur. Türlü şaşkınlık veren korular arasında da deniz dudağı yalılar coşmayanları coşturur. Koşmayanları koşturur. ”“Boğaz bir de kayık demektir. Helmuth von Moltke, bir yalının penceresinde seyrettiği, Boğaz kayıklarından daha güzel bir şey olamayacağı inancındadır. Theophile Gautier ise Venedik gondolunu, Türk kayığı yanında, kaba-saba bir sandukaya benzetir. Gondolculara da; Türk kayıkçılarının tersine “sefil serseriler” gözüyle bakar…
”Galata kulesinden Boğaz’a bir göz atalım ki, bakalım Boğaz yerinde mi, değil mi? Değilse yok yere bağdaşımızı bozmaya kalkışmayalım. Kulpsuz ve ağızsız bir güğümü andıran 56 metre boyundaki galata kulesine varmak için Haliç’ten, Fermenecilerin oradan, kendimizi bir mil kadar geriye çekmemiz gerekir. Böylece denizden 100 metre yükselmiş oluruz. Galata Kulesi MERDİVEN demektir. Merdivenlerin tümü 96 basamaktır. Beşinci sahanlıktan sonra üç katlı bir tahta merdiven ki, bu da 45 adımdır. Bizi alıp büyük bir odaya çıkarır. 1898 yılında olduğumuza göre buranın adı da oda değil “sal” dır. Frenkçe bildiklerini belli etmek isteyenler de “salle” derler. ..
1979 yolcuları Kulede 12 kata rastlayacaklardır. Oysa kule eski yıllarda 10 kattır. Ne var, on kat da İstanbul’un tabak gibi göstermesine engel değildir. Hakir Evliya Çelebi 1630 yıllarında, havaya kağıt uçuran, eline ip bağlayıp Kuleye tırmanan cambazları dikizlemek için, birkaç kez buraya gelmiş ve İstanbul’u, dahası Uludağ’ı ta burnunun ucunda bulmuştur. Kuleden dürbünle bakıldığı vakit Bursa’nın çarşısı da görünür ama Evliyamız, buna kimseyi inandıramayacağı için öyle bir işe kalkışmamıştır.” Bizce üstat 1898 tarihine dikkat çekmekle; okuru; kadim İstanbul algısının etkisinden kurtarıp, 1979 yılında gezdiği gördüğü 20. Yüzyılın tanıdık İstanbul şehrine getirmek içindir.
Pierre Loti; İstanbul’a 1910 yılındaki gelişinde, Fatih’te ev ararken, onun Uludağ’ı görür bir yerde olmasına büyük bir önem verir. 1547-1554 yıllarında İstanbul’da ilk Fransız elçisi olarak görev yapan Pierre Gilles d’Alby ise İstanbul’un Topografyası ve eski yapıtları kitabında bakın ne der: “Galata’nın en üst yerinde çok yüksek bir kule vardır ki, buraya çıkan 300 ayak uzunluğundaki yokuşta pek çok binalar vardır. Kulenin arkasındaki tepe 200 ayak genişlikte, 2000 ayak kadar da uzunlukta bir düzlüktür. Buradan ve tepenin yamaçlarından Haliç, Boğaziçi, Marmara, İstanbul’un yedi tepesi, Bitinya (Bursa) bölgesi ve yılın her günü karla örtülü bulunan Uludağ seyredilir.
1835-1839 yıllarında Türk ordusunda öğretmen olarak görev alan Feldmareşal Helmuth von Moltke de üç arkadaşını Triyeste’den İstanbul’a getirecek buharlı vapuru gözlemek için 1837 Eylül’ünün ilk günlerinde boyuna Galata Kulesine pervaz etmiş ve Mudanya’nın berisinde, Uludağ’ı belli-bellisiz bir biçimde görüntülemiştir.
Gelin görün ki, bizim Salah Birsel de bu zibidi Frenklere kapılarak Tanrı’nın yeri diye bilinen Uludağ’ı göreceğim diye 1978 yılında, tam 365 gün Bostancı’dan Marmara’nın, suspus yatan, arka sokaklarına doğru hamam tokmağı bakışlar fırlatmış ve orada Yalova’nın Samanlı Dağından başka bir şey görememiştir diye kendisiyle de dalga geçmiştir.
“Ey okurlar, şimdi kemerlerinizi bağlayın, Anadoluhisarı’na yumuşak iniş yapacağız. Hisar 1395 yılında Yıldırım Bayezid Han yaptırmıştır. Onu sonradan Ebülfeth Han onarttığı için, onun Yıldırım değil de Fatihler babası Sultan Mehmet’in buyruğuyla
Kondurulduğunu söyleyenler de vardır. Nişancı Mehmet Paşanın demesi de şöyledir: Niğbolu savaşından sonra Yıldırım Bayezid Güzel Hisar’ı 1395’te yaptı. Kale bitince Sultan, Bizans İmparatoruna bir elçi salarak, İstanbul’un anahtarlarını istedi. Sonunda bir anlaşmaya varıldı. İmparator beş yıl cizye (vergi) vermeyi ve Galata’ya bir kadı gönderilmesini kabul etti. Kavaklı yenicesinde oturanlar bu semte gelip yerleştiler. Buraya Güzelce hisar ya da akça hisar da denir. Kale’nin yapıldığı yıllarda Hisar’dan Karadeniz’e değin tüm topraklar Osmanlı mülküdür. Hisar’dan aşağısı, Göksu ve berisi ise Bizans’ın elindedir.
Osmanlı devletinin başkenti ve Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş yüzü İstanbul’un dönem dönem değişim ve dönüşüme uğrayan çehresini yazan usta kalemlerden okumanın bir tadı vardır. Bazen tatlı bazen de acı.
SERMET SAMİ UYSAL/BAKİ KALAN BU KUBBEDE/ Kitabında: 1950’lerin musiki dünyasıyla okuru buluşturuyor. Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin” cümlesini Yahya Kemal’den aldı Osman Nihat Akın; her bir harf ve hecesini başka bir ivmeyle bir nakkaş titizliğiyle notaya nakşetti. En ilkel ve en modern Enstrümanlarda dile geldi gönül’ e dolan nağmeler.
Münip Utandı üstadın sesinden dalga dalga yayıldı atmosferin katmanlarına ve ruhumuzun her bir Tanrı parçacığında yerini aldı. En çorak toprakları vahaya dönüştüren su misali… “Aheste çek kürekleri mehtap uyanmasın, Bir alemi hayale dalan ab uyanmasın” Derler ki, Yahya Kemal edebiyatta, Münir Nurettin ise müzikte doruk noktasında buluşan ve birbirlerini tamamlayan iki gür kaynaktan bir uman oldular. Kimler yok ki, Selahattin Pınar sözleri Yahya Kemal’den aldığı ve Bayati makamında bestelediği “Kalbim yine üzgün seni andım da derinden. Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden.” Fuat Edip BAKSI’ nın, hicaz makamında: ”Bir bahar akşamı rastladım size. Sevinçli bir telaş içindeydiniz.” Mustafa Nafiz Irmak’ın, hicaz makamındaki: “Anladım sevmeyeceksin beni sen nazlı çiçek” ve Yusuf Ziya Ortaç’ın Kürdilihicazkar makamında: “Nereden sevdim o zalim kadını.” Hepsi de inanılmaz hoş seda nağmelerdir. Sermet Sami; Selahattin Pınarın sanatıyla halaskar önder Atatürk’ün iltifatlarına erişen bir sanatçı olduğunu ve sık sık huzura davet edildiğini yazar. Pınar; davetlerden birini anlatıyor. “Florya deniz köşkü yeni yapılmıştı. Bir akşam oraya davet ettiler. Hafız Yaşar da orada idi. İsteği üzerine Hüzzam Faslı yaptık. Yeni bestelediğim; “Aşkınla sürünsem, yine aşkınla dirilsem” ilk defa dinledikleri bu şarkı dikkat-i nazarını çekmiş. Durun dedi ve bana hitapla: bu şarkı sizin mi? Diye sordu evet efendim dedim. Ben anladım zaten. Sen bunu yalnız oku, buyurdu. Bu görülmemiş müthiş bir seziş hassasıdır. Okuduğum her bir eserin karşısında o kadar yüksek bir sezişi vardı ki, tarif edemem. Pınar bir İstanbul beyefendisidir. Dönemin en gözde sanatçılarından biridir. Çok konuşuluyor. Kendisini dönemin büyük seslerinden biri olan Sadedin Kaynak ile mukayese edenlere: “Aman efendim o gürül gürül akan bir kaynak, ben ise, cılız akan bir ırmak” cevabını verir. Asalete bakar mısınız?
Onun bir sır’ını Sermet Sami; anlatıyor. “Selahattin Pınar’ın ilk eşi olan, sahnelerimizin ilk kadın sanatçısı Afife Jale’nin uyuşturucu bağımlısı olduğunu, hatta ölümüne bu sebep olduğunu biliyoruz…. Acaba tamburun üstadı da, bu talihsiz kadınla evliyken, şeytana uyup da uyuşturucu kullanmış mıydı? Elbette bu konuda çok duyarlı olan Pınara sormak imkanı yoktu. Ancak Sadun Aksüt de: “Pınar, Son derece şık giyinen, titiz, asabi mizaçlı biriydi. Gençliğinde bir iki kere esrar içmiş fakat buna alışmamış. ”Devrin en ünlü sanatçıları, Münir Nurettin Selçuk, Yasari Asım, Osman Nihat Akın, Şükrü Tunar, Necati Tokyay,
Cevdet Çağla, Neveser Kökdeş, Safiye Ayla, Sabite Tur Gülerman, Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Emel Sayın, Sadi Hoşses, Celal Güzelses ve daha niceleri baki kalan kubbede hoş seda bırakanlardır. Hiç şüphesiz ki bu hoş sedanın yayıldığı kaynak İstanbul şehridir.
Şehirler ve insanlar birbirine benzer diye düşünürüm. Kavruk bir insan; yolu, suyu, ağacı olmayan her mevsimde kuru dikenli otları toz bulutlarıyla havada uçuşan bir şehir imgesi yaratır bende. Romanlarda, şiirlerde, musikide Eski zaman İstanbul’u, Eski İzmir’i : “O gül endam bir al şale bürüsün yürüsün, ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün” Muhsin Ertuğrul sinemasının yıldızı Cahide Sonku kadar güzeldi. Estetik anlamında iki şehir; Sinema perdesinde simasını gördüğüm Cahide Sonku; beynimin “amigdala”sında İstanbul ve İzmir ile özdeş bir algıyla kodlanmıştır. Ne yazık ki İzmir de İstanbul da …. Öyle bir zaman geldi ki altın oran ölçüsünde güzelliği evrensel anlamda tescil edilmiş bir dünya güzelinin sebebi bilinen, teşhisi konulan hızlı bir yaşlanmanın ve çirkinleşmenin önünü almak için önlem almayan Cahide Sonku’ nun hazin sonu gibi oldu. Olmasın diye bilim insanları, sanatçılar, Akademisyen sosyologlar, siyasetçiler büyük anlatılara imza attılar ancak nafile. Yaşamının son kertesine kadar yazdıklarıyla uyarıda bulunan; Çetin Altan’ın yarım asır öncesi yazdıklarına bakalım. O ki, var olmakla varlıklı olmanın felsefesini yazan yazardır. Diyor ki:
“… ve bir şey daha var, servete dayanan, varlıklı olma tutkularıyla, yaratıcılığa dayanan “var olma” tutkuları… Ve daha öncekilerin Dünyadan gelip geçerken bıraktıkları izlerle, kendimizin bıraktığı İzleri bir ölçüde kıyaslamak ve insanlığın büyük hayal serüveninde Yaşanmış duyguların yabancı olmadığını ve hayat sade yaşandığı Kadar değil, anlatıldığı ve anlattığını paylaşıldığı kadar vardır.” (Çetin Altan/Aşk, Sanat ve Servet kitabından)
Yalnız değildir elbette bir de dostu Ara Güler vardır ki haklı şöhretiyle dünyada tanın bir sanatçı; “1956’da Time-Life, 1958’de Paris-Match ve Der Stern dergilerinin yakın doğu foto muhabirliğini üstlendi. Aynı yıllarda Magnum Ajansına katıldı. 1961’de İngiltere’de yayınlanan Photography Annual, onu dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. 1962’de Almanya’da Master of Leica ünvanını kazandı. Dünyanın dört bir yanında yüzlerce sergi açtı. Bertrand Russell’ dan, Winston Churchill’e, Arnold Toynbee’ den Picasso’ya, Salvador Dali’ye kadar bir çok ünlü kişinin fotoğrafını çekti, onlarla röportajlar yaptı. Fotoğraflarının büyük bir bölümü Paris’te Ulusal Kitaplıkta, ABD’de Rochester George Eastman Müzesi’nde ve Nebraska Üniversitesi Sheldon Koleksiyonu’nda bulunmaktadır. Ayrıca Almanya’da Köln’de Ludwig Museum’da, Das İmaginaire Photo- Museum’da fotoğrafları sergilenmektedir.”
İşte bu iki büyük usta, İstanbul’un semtlerini; 1969 yılı Mayıs ve Haziran aylarında gezip gördüklerini, İstanbul’un perişan hallerini yazdılar. Eski İstanbullular için vatanın her bir yeri taşraydı. Bugün artık, İstanbul taşranın ta kendisidir diye düşünüyorum. Ustaların çalışmalarını; “ İstanbul” un, Şehir merkezindeki fabrikaları, şehrin kenar mahallerindeki gecekonduları, çöp yığınlarını, şairlere her daim ilham olan Boğaz’ın güzelliğini, tarihini rant için nasıl yok ettiklerini anlatan bir drama eserini okuyucu içi acıyarak okuyacaktır.
Çetin Altan—Ara Güler /Al İşte İstanbul: Yapı Kredi Yayınları 1969’da Çetin Altan’ın kaleminden ve uluslararası bir foto muhabiri olarak büyük ün kazanan Ara Güler’in kamerasından siyah beyaz fotoğraflarla birlikte kitap olarak 1998 yılında basıldı. Yeri Ters Seçilmiş İşletmeler yazısında: “Haliç’in Sütlüce-Kasımpaşa kıyısı fabrika ve tersanelerle dolu. Şayet burasını Haliç’in karşı kıyısıyla kıyaslarsak, burası daha rahat, daha az çarpık, çurpuk daha az eski. İlk göze çarpan şey, fabrika sahiplerinin çapulculuğu ile savrukluğu. İşletmelerinin çevresini albenili yapamıyorlar. Daha doğrusu önem vermiyorlar buna. Ve bu laubalilik çirkin bir özenti eksikliği yaratıyor. Ne fabrikacı, ne kızakçı, ne de apartmancı özeniyor yaptığı işe. Haliç’in Kasımpaşa kıyısındaki işletmeler böyle bir keşmekeşin döküntülü itinasızlığı içinde. Oysa aynı kıyıda bir de askeri işletmeler var. Onların görünüşü derli toplu, Çiçek gibi. Halıcıoğlu’ndan Hasköy’e doğru İstanbul mezbahasının kuruluşları uzanıyordu. Hasköy iskelesinin yanında küçük iskelelerin de önündeki tümsekleri. Pislikleri, çirkef sularını temizlemek yarım günlük işti, ama kimsenin aldırdığı yoktu. Milletlerarası bir sermayecilik rekabetine gidilmediği için, sorumsuzluk ve itinasızlık alışkanlık halini alıyor. Herkeste bir boş vermişlik… “İstanbul’da geçtiğim sokaklar, İstanbul’da oturduğum evler, İstanbul’da parasız kaldığım geceler. İstanbul’da unuttuğum dünyalar. Biliyorum yazılmaz yaşanır. Ama yazmak da o kadar yaşamak ki, bir yerde İstanbul yaşanırken yazı oluyor….
İstanbul’u gezerken Haliç kıyılarındaki ve mahalle kıyıları ile mahalle aralarındaki atölyelerin, şehir dışındaki şantiyelere mutlaka çekilmesi gerektiğine her adımda bir kat daha inanıyorum. İşçilerin çok berbat olan çalışma koşullarının düzelmesi, şehrin tık nefes olmaktan kurtulması ve şehir yerleşmesinin organize edilebilmesi ancak bununla mümkün. Yoksa şehirdeki bunalma git gide artacak ve her şey git gide daha çok arapsaçına dönecektir. Mahvolan canım Haliç, bugünkü örneğidir. Ve bütün bu derme çatmacılığın kaosu, özgürlük içinde kalkınma iddiasının yarattığı kargaşalığın şehri yıpratan ve yıkan sonucudur. İstanbul tam bir yağmaya uğramaktadır. Ve kalkınma adı altında şehir manen ve maddeten haraç mezat masasına oturtulmuştur. Bu şehri artık köklü ve büyük reformlar kurtarabilir.”
Üstadın zaman diliminde gerçekten şehrin merkezinden çevreye taşınan iş yerlerinin fabrika kurulmadan altyapısı kurulmuş olsaydı ya da hiç olmasa denize akan dereler üzerinde ciddi önlemler alınmış olsaydı belki denizlerimiz, akarsularımız bu derece kirlenmezdi. Tabi bir de şehirlere göç eden insan unsuru var.
“Siyah başörtülü, siyah elbiseli, zayıf sivrice yüzlü geçkin bir kadın, Eyüp Cami’nin avlusunda bir mezar taşının üstüne oturmuş, siyah gözlükleriyle Kur’an okuyor. Siyah uzun etekliğinin içinden sarkan kahverengi çoraplı ayakları, bileklerinden birbirine çaprazlanmış, eski siyah ayakkabılarıyla sağa sola kıpırdıyor. Arada sırada siyah gözlüklerinin arkasından, görmediğimi sanarak bana bakıyor. Donuk, sert ve kuşkulu bakışlarla bakıyor. Bu bakışlar, gidiyor, gidiyor, gidiyor. Merkez Efendi Camii’nin
avlusundaki kuyuların içine düşüyor. Ve bir çocuk çıkıyor kuyulardan, kirli diz kapakları, solgun mintanı, geri kalmış zekasının bitmeyen anlamsız gülücüğüyle asker selamı vererek, beni de çek amca diyor.
Ara Gülerin çektiği fotoğrafı anlatan bu yazı insanı tedirgin ediyor. Ancak fotoğrafın kendisi öylesine canlı ki, insan ürküyor. Kapkara katran kuyularından çıkmış gibi bitik bir çehreyle bakan bir kadın değil de bilmediğimiz öbür dünyanın bir sakiniymiş gibi duruyor. Sanatçının vermek istediği mesajı en iyi anlatan iletişim aracı da fotoğraflardır. Bakarak görmek ve de bilinçli bakma edinimi olan sanatçı da çoğu insanın göremediğini görür. Sadece gördüğünü algılayan ve karar verme aşamasında da iletişim aracı olarak da çok etkilidir. Helmut Gernsheim: “fotoğraf, dünyanın her köşesinde anlaşılın tek dil’ dir. Ve bütün ülkelerde kültürler arasında köprü kurarak insanlık ailesini bir birine bağlar. Siyasal etkinliklerden bağımsız olarak insanların özgür yaşadıkları yerlerde fotoğraf hayatı ve olayları doğrulukla yansıtır. Başkalarının umutlarıyla çaresizliklerini paylaşmamıza imkan tanır, siyasal ve toplumsal koşulları aydınlatır. Böylece, insan türünün insani ve insani olmayan yönlerinin canlı şahitleri haline geliriz…” (Sontag, 2011:225- Kaynak-http:/dergipark.gov.tr/aid-)
Bu fotoğraflar bin bir yapraklı bir sosyoloji kitabının öğretilerini bir yaprakta barındırıyor. İşte kanıtı bir sosyoloğun yazdığı kent sosyolojisinin anlamı ile nasıl bire bir olduğunu görmek için:
Doç. Dr. Oya OKAN/KENT SOSYOLOJİSİ: “Kent/şehir ve insan konusu sosyolojinin en öncelikli ve başlıca alanlarıdır. Sosyoloji, 19. Yüzyılda diğer bilim dallarının yanında, kendine bir alan belirlemiş, yeni toplumsal durumu, düzeni/düzensizliği anlama
açıklama ve çözümleme iddiasında bulunmuştur. ‘Sosyoloji (…) ağır toplum sorunları ve çalkantılarının’ nedeni yeni toplumsal düzendir. Sanayi üretiminin ve hızlı kentleşmenin belirlediği yeni toplumsal düzen, sorunlara yol açmakla birlikte aynı zamanda Batı toplumlarının büyük dönüşümünün de düzenidir. Ekonomik, toplumsal ve siyasi anlamda, geleneksel olanın dışında gelişen değişim/dönüşümün bilgisi ve bilinci de geleneksel olandan farklıdır. Sosyoloji başlangıcından itibaren kentin, endüstri kentinin bilimidir.”
Bizce de hızlı kalkınma endüstri kentlerinin çoğalmasıyla olur. Ancak fabrikaların kuruluş yerlerini ve altyapısı tamamlanmış olarak bir bütün halinde düşünmek ve planlamak ile problemi çözeriz. Çok şükür Türkiye bugün bunu çözecek beyinlere sahiptir.
KAYNAK:
1-Tanıl Bora (Derleyen)—Nuri Bilge Ceylan (Fotoğraf)/ TAŞRAYA BAKMAK:
İletişim yayınları- 7. Baskı 2016
Ömer Laçiner, Tanıl Bora, Ahmet Turan Alkan, Melih Pekdemir, Ahmet çiydem,
Arzu Çur, Necati Mert, Ömer Türkeş, Haydar Ergülen, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu,
Hasan Ali Toptaş, Şükrü Argın, Tuncay Birkan’ın yazıları ve Nuri Bilge Ceylan’ın fotoğraflarıyla…
2-Salih Mercanoğlu/Ara İstasyon-Yom Yayınları- 2004
3- Erol Battal (hazırlayan)/Divan Şiirinden Seçmeler;
Karanfil Yayınları-1. Baskı Ekim 2016
4-Yalçın Bayer/Belanın adı: Çamur gibi koyu sıvı:
Hürriyet Gazetesi 11.06.2021 tarihli yazı
5-Salah Birsel/Boğaziçi Şıngır Mıngır:
Türkiye İş Bankası-Kültür yayınları-1. Baskı 1980
6-Sermet Sami Uysal/BAKİ KALAN BU KUBBEDE…
L&M Yayınları-1. Baskı-Kasım 2005
7-Çetin Altan/Aşk, Sanat ve Servet;
İnkılap Kitapevi-1. Baskı 1998
8-Çetin Altan- Ara Güler/Al İşte İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları-7. Baskı Eylül 2013
9-Doç. Dr. Oya Okan/Kent Sosyolojisi:
İstanbul Üniversitesi Açık Ve Uzaktan Eğitim Fakültesi