Nisan, ne güzel aydır. Yalnız Akdeniz ve Ege sahillerinde değil, Anadolu'nun her yerinde renk renk çiçekler açar. İster kırlardan topladıklarıyla, ister bir sokak çiçekçisinden alınan avuç dolusu çiçekler ile gidilir her Nisanın 23'ünde, Anıtkabir'de Atatürk'e saygı, sevgi ve bağlılık sunmaya.
Benim için başlangıçta Ankara, bir Üniversite şehri iken, zamanla her şeyim olacağı hiç aklıma gelmemişti.
Üniversiteye merkezi sistem ile girememişti. Bir umut var, o da "ön kayıt". Bir haber gelir "Fırat Üniversitesi, Veteriner Fakültesi"ne kayıt mümkün. Eeee iyi de bu "Fırat Üniversitesi", neredeydi.
Bugünden bakılınca çok gülünç ve anlamsız gibi görünüyor ama o zaman Antalya'da sormadığım Öğretmen, asker, memur kalmamıştı. Kimi görsen soruyorum, verilen yanıt, "Adana'ya git, orada sor!.."
Adana'da da benzer yanıtlar, "Gaziantep'e git orada sor!." Oradan da Diyarbakır'a. Diyarbakır'da "burada Dicle var, Fırat olsa olsa Elazığ'dadır" denilince, fakülteyi Elazığ'da bulmuştum.
Bu günlerde, o günlerden söz edilirken söze "80 Öncesi" diye başlanır ya, durum tam da öyle!..
Ben kalmış Antalya'dan gitmiş, baharat kokuları içinde olsa da Üniversiteye yakın bir yerde güzel bir otel bulmuşum ve orada kalıyordum. Her sabah otelin önünden, "Kürtçe konuşan, solcular", "Hançer bıyıklı Ülkücü, sağcılar" gruplar halinde okula gidiyorlardı.
Benim de Sol'a düşünsel bir yakınlığım var ama yine de saf Anadolu delikanlısı olarak burada ne sağdan ne de soldan bir tanıdığım vardı. Her sabah otelden çıkıyorum, hangi grup denk gelirse onlar ile dosdoğru Veteriner fakültesinin yolunu tutuyorum.
İlk haftadan sonra her iki gruptan da bana, "sen ne ayaksın öyle, bir ötekilerle, bir gün bizimle?" soruları sıklaşmıştı. Benim için okumak öncelikten çıkmış, "can derdi"ne düşmüş, memlekete yol görünmüştü.
Babam, askere erken gitsin, köyde işin gücün başına geçsin diye nüfusa büyük yazdırmış ama, onun bir yılını da buralarda harcamıştım.
Üniversite okuyacaktım da nerede? O sıralar kime sorsam, en sakin yer Ankara Hacettepe Üniversitesi dediler ve ben de gittim.
Orada da bir Sadettin Yüzbaşı vardı ki, evlere şenlik. Sağ kaşımda ki dört dikişlik dipçik hatırasını, hala taşırım
Ankara'ya Eylül'de gelmiştim ama çevre genişlemişti. Okullar, Üniversiteler habire karıştırılıyor, olaysız gün geçmiyordu.
Ve Nisan ortalarında İstanbul Taksim Meydanına "1 Mayıs Kutlamalarına" otobüsler ayarlanıyordu, ben de gidecektim ve 30 Nisan gecesi bindiğimiz otobüsten, 1 Mayıs sabahı Harem Otogarı yakınlarında bir alanda indik. Oradan da vapur ile dosdoğru Taksim Meydanına.
İnsan yaşadığı şehirden ayrılınca biraz "hemşerici" oluveriyor.
Hacettepeliler ile gelmiştim "1 Mayıs Taksim Mitingine" ama Antalyalılar ile gidiyordum Taksim'e, 1 Mayıs kutlamalarına.
Hava, her ahali ile gergindi. Sol gruplar arasında da didişirken, dışarıdan da bir saldırı, katliam olabilir söylentileri dolaşıyordu.
Hoş, organizasyon komitesi ve DİSK elinden geleni yapıyordu, kutlamanın bir şölen havasında geçmesi için. Birbirleri ile gerginlik yaşayan sol gruplar ayrı yollardan meydana alınıyordu.
Taksim Meydanında "iğne atsan düşecek yer yoktu". Öğleden sonra "Su Deposu"nun üstüne çıkan, inen garip garip silahlı, külahlı adamlar bollaştı. Düzenleme komitesi görevlilerinin tedirginlikleri arttı, habire binaların pencerelerine bakıyorlardı.
Ve akşam üstü Kazancı Yokuşundan ve kenarında ki otelin üst katlarından yaylım ateşi başladı. Bir akciğer muayenesinde "akciğer fonksiyon testi" yüzde yüz otuz altı çıkmış birisi olarak ben bile nefes almakta zorlanıyordum.
Gözlerimizin önünde insanlar, insanları kurşunluyordu. Emekçilerin hevesleri kursaklarında kalmıştı. Taksim Meydanını dolduran emekçilerin kendilerine güvenleri artmıştı. Sloganlar, direk düzenin kendisini kendisini hedef alıyordu.
"DGM'yi ezdik, sıra MESS'de!.. diye inliyordu Taksim meydanı ve İstanbul semaları.. "Kahrolsun Amerika" ya da "Rusya" diyenlerle de.
Günümüzde, "1977 1 Mayıs"ına ilişkin o kadar çok şey söylendi ve söylenecek ki, artık bilenler ezberledi, bilmeyenler için de, internette her türlü bilgi ve belge dolu.
Dönemin önemli kişilerinden bir anı ile sözümü bitireyim. Yıl, 1995'ler sanırım. Milletvekili Genel seçimleri yapılmış ve Alpaslan Türkeş ve partisi parlamento dışı kalmıştır. Bir akşam, Ankara Bürokrasisinden birleri ile Ankara Dedeman Otelinde bir yemek vardı. Alparslan Türkeş'e çok yakın bir sinemacı tanıdığım gelmişti o yemek için İstanbul'dan, beni de götürdü yanında.
Kocaman bir kare masa düzenlenmiş, herkes birbirini görüyor ve duyuyordu. Yemeğe Alparslan Türkeş de katılmıştı. İstanbul'dan gelen Sinemacı Erhan Ağabeyim, benim için, "solcudur ama sağlam Türkmen delikanlısıdır" diye tanıştırmıştı masa ile.
Rahmetli Türkeş'in bir sözü, tüm bu yaşananları özetliyordu. "Vücudun sağ yanında da organlarımız var, sol yanında da. Onlar sağlıklı işlerler ise, biz sağlıklı oluruz. Biz geçmişte bunu pek kavrayamadık", demişti.
Yangın yeri olan dünya, orta doğu ve memleketimizde artık her şey değişiyor. Hayat pahalı, çarşı pazar alev yeri, yanıyor. Sınırlar ona keza. Amerikanın "Özgürlük getirdiği" orta doğu da, halklar değil ama kendisi özgür oldu. Dilediği gibi oynuyor herkes ve her şey ile.
Dün İslamcı bir örgüte teslim ettiği güney sınırımızdaki petrol bölgesini(Kerkük), bugün bir milliyetçi gruba teslim ediyor.
Ortadoğu'da bir söz vardır, "iti ite kırdırmak" diye.
Ülke kaynaklarını daha ne kadar peşkeş çekenlere ses çıkarmayıp, daha ne kadar daha birbirimizi "kırdırılmaya" sesimiz çıkmayacak!..
Azıcık düşünsek mi, 1 Mayıs 1977'de onca cana kıydılar, "80 Öncesi"ne, "kardeş kavgası" dediler.
Uyansak mı, ne dersiniz?
Yaşasın 1 Mayıs, Yaşasın İşçinin ve emekçinin bayramı!..