Atatürk, olabildiğince ülke gerçeklerinin araştırılmasını ve herkesin elini taşın altına koyarak bir şeyler yapmasını istemektedir.
Toplumun yüzde sekseninden fazlası, kırsal kesimde yaşamaktadır. Bir çok şehrin ise sıradan bir kasabanın bile bir farkı yoktur.
Büyük Millet Meclisi açılmış, Cumhuriyet henüz ilan edilmemiştir. "Yetmiş iki buçuk millet ve bir o kadar da inancın üzerine bir Devlet ve Cumhuriyet ilan edilmeye çalışılmaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk, 1 Mart 1922’de Meclisi kürsüsünden: “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici köylüsüdür. O halde herkesten daha çok refah, mutluluk ve servete müstahak ve layık olan köylüdür. .... .... “Köylü milletin efendisidir” diye konuşur.
Büyük Taaruz öncesi Akşehir'de yanındakilere de: “Biliyormusunuz, gece Reşat Nuri Bey’in Çalıkuşu romanını okumaya başladım. Çok beğendim. İhmal edilmiş Anadolu’yu ve genç bir hanım öğretmenin yaşadığı zorlukları ne güzel anlatmış. Bitirince İsmet’e vereceğim. Sonra sizler de okuyun.” der.
Yine bir gün, Nuri Conker ile İstanbul Çekmece dolaylarında dolaşırken (1936), öküzün karşısına merkebini çifte koşmuş bir köylüyü görüyor. Çiftçiye (adı Halil'dir) neden böyle yaptığını sorunca, çiftçi- köylü, vergi borcunu ödeyemeyince, icra memurların öküzünü götürdüklerini, derdini ise kimselere anlatamadığı söyler.
Olanlara ve duruma çok üzülen Atatürk, bir gün Başbakan İnönü başta olmak üzere ilgiler ve yetkililer ile birlikte Köylü Halil'i de Florya Köşkü’nde yemeğe davet eder.
Yemeğin bir aşamasında, Köylü Halil Ağadan, olanları ve derdini anlatmasını ister. Utana sıkıla, Başbakan İsmet İnönü dâhil hiçbir devlet yetkilisine ulaşamadığından yakınır.
Ve bugün bile herkesin kulaklarına küpe olması gereken sözleri söyler: “Arkadaşlar biz İstiklal Savaşı’nı Halil Ağa’nın öküzünü icra yoluyla satalım diye yapmadık. Bu memlekette adaleti böyle mi sağlayacağız; vatandaşı böyle mi koruyacağız? Gerekirse vergi borcu ertelenebilir ama köylünün çift sürdüğü öküzü elinden alınamaz!..”
Köylü Halil, devletten birlerinin kendisini davet ettiğini bilir ama, “Sen Gazi Paşamsın galiba, beni bağışla, kusur ettim” diye özür dileyecek oluyor.
Atatürk ise, “Ne demek, sen bizim gözümüzü açtın, Halil Ağa" der. Anılar ve alıntılar, Hanri Benazus'un "Yaşamın İçinden Atatürk Anıları" yapıtından. (Bizim Kitaplar Yayınevi, İstanbul 2015.)
Cumhuriyetin ilk yılları, Reşat Nuri Güntekin, İlk Öğretim Müfettişidir, bir yandan Anadolu'yu gezer, diğer yandan da bir çok yurtsever aydın gibi bakanlıklara, hatta Atatürk'e bile notlar gönderir.
Ülkede herkes yurdu, milleti için bir şeyler yapma derdindedir.
Eğitimci ve siyasetçi M.F.Gürtunca da, Anadolu'ya ilgiyi çekmek için daha sonra ünlü bir şarkı da olacak şu dizeleri yazar.
"Sen ne güzel bulursun/ Gezsen Anadolu'yu/ Dertlerden kurtulursun/ Gezsen Anadolu'yu/ Billur ırmakları var/ Buzdan kaynakları var/ Ne hoş toprakları var/ Gezsen Anadolu'yu".
Evet, taşralı olunca insan biraz feodal oluyor. Seyran, bayram soluğu doğruca Ananın, Babanın ocağında alıyorsun.
Eeee memleket de bütün Toroslar olunca, Antalya'nın değil, Ak Denizin ve Ege'nin altını üstüne getirdiğin gibi, Ankara'dan gidince de İç Anadolu'nun basmadığın toprağı kalmıyor.
Keşke bir Atatürk safrası daha olsa. Keşke ama nafile bir umut!..
Atam, hani bir 6 Martta Antalya'ya gelişinizde demiştiniz ya, “Hiç Şüphesiz ki Antalya, Dünyanın en güzel yeridir” diye, artık orası da bozulmuş. Sizin gördüğünüz, bildiğiniz Antalya olmaktan çıkmış.
Görgüsüzlüğün, yalanın, talanın kol gezdiği dağlar, ovalar ve sahiller olmuş çıkmış. Bozkır şehirleri bile Antalya'dan daha yeşil.
Ali Kocatepe, sakın bu aralar Antalya'ya gelme. Üzülürsün. Hani sen, 46'cı Altın Portakal Film Festivali için yazdığın dizelerde, "Antalya'dan bakan gözler/ Görür cennetten, cennetten bir yer// Toroslardan Akdeniz'e/ Uzan gönlünce, cennetten köşe/ Yeşillikler, mavilikler Antalya'da hoş/ Dost ellere, kardeşliğe, ANTALYA'YA KOŞ!.." diyordun ya, artık, o Antalya, bu Antalya değil.
Bir Antalyalı için ne acı gözlemler, ne acı sözler değil mi?
Bu kez de, Hemşerim Gültekin Çeki'nin derlediği "Yol ver bana Çubukbeli geçeyim", geçeyim de Antalya'ma varayım" diyerek sallanmıştım ÇUKBELİNDEN.
Her metre, ayrı bir hayal kırıklığı ile sahile kadar götürdü.
Çubukbeli'nden sonra talan edilmiş tarlalar, düzenli, düzensiz binalar ile hayal kırıklığı yaşartırken, Kepezden aşağı bakınca, ucube binalar perdelemiş denizi görünce, sözüm hepten bitti.
Ben, ne Cumhurbaşkanına, ne Bakanlara, ne Vali'ye, ne de Belediye Başkanlarına bir kelam ederim. Herkes görevini en iyi şekilde yapıyor!..
Gel de Nazım'sız bu yazıyı tamımla:
"... .... Koyun gibisin kardeşim,/ gocuklu celep kaldırınca sopasını/ sürüye katılıverirsin hemen/ ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye./ Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,/ .... ... Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer/ ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak/ kabahat senin — demeğe de dilim varmıyor ama -/ kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!".
Canım ANTALYALIM!..