Okuyorum, yazıyorum, konuşuyorum ve elimden geldiğince ve kendimce bir şeyler üretmeye çalışıyorum. Kimin ne işine yaradığı da artık umurumda değil. Çünkü değer yargıları, inançlar ve beklentiler değişmiş. Herkes kendi doğrusunu yaratma derdinde.
Buna iyi ya da kötü demek gibi bir kaygım yok.
Ama bir derdim var ki, o da her vicdanlı insanın kendini, toplumu, olanları, yaptıklarını, yapmadıklarını sorgulamak ve bütün bunlardan sonra da, acaba benim yaptığım ya da yapmadığım;
Sesimi çıkardığım ya da sessiz kaldığım durumlarda, bana olmasa da benim bu tavır ve davranışımdan dolayı bir başkasına, bir insana zararım dokundu mu, onu mutsuz, huzursuz edip üzdü mü? diye düşünmesini ne çok isterdim.
Gördüğüm o ki, çok hızlı kişisel ve toplumsal olarak bir çözülme ve dağılma yaşıyoruz. Çevremize, bana ne yararı var ya da nereden ne kapar, ne koparabilirim acaba güzü ile bakılır olduğunu görüyorum ve gerçekten çok üzülüyorum.
Herkesin bir siyasi düşüncesi, inancı ve tavrı var. Buna saygı duyarım. Ama bunu kendinin bir kişisel ayrıcalığı imiş gibi saymasını kınar ve aşağılarım.
Babasından kalmış, emeği ile zamanında kazanmış ve kendini ağa sananlara, görenlere eyvallah. Mal kendilerinin olunca diledikleri gibi yesinler, içsinler, har vurup harman savursunlar. Eyvallah.
Ama bir de 1950'lerden sonra moda olan "her mahallede bir zengin yaratacağız" modası ile başlayan süreç, 2000'lerde bambaşka bir hal aldı.
Milli burjuvaziyi yok edip, yerine "İslamcı burjuvazi" yaratma derdine düştü siyasi iktidarlar. Yok edilen milli burjuvazi iken söylem, yerli ve milli oldu.
Devletin, milletim binbir emek ile kurduğu fabrikalar, çiftlikler, şirketler birer birer yok pahasına elden çıkarıldı. Yüz yıldır pancar üreticiliği bir Amerikan şirketinin kulisine yenildi ve üretim kısıtlandı. İşin ilginç tarafı ise, çiftçiler ise bunu sessiz sedasız kabullendiler.
Yahya Kemal Beyatlı'nın ;
"Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer" dizeleri besteleyen Münir Nurettin Selçuk'un şarkısını mırıldanarak seyrettim kepezden Antalya'yı. Antalyamı!..
Kocaman Vakıf zeytinliği ve çevresi talan yerine dönmüş. Deniz, dibine gidersen sana görünür olmuş. Binalar, siteler ve görgüsüzlük set olmuş.
Semt pazarlarını severim. Ama artık her şey sanki sanayi ürünü gibi tarım ürünleri ile doluydu. Pazara en çok üreticiden ve yerel bir şeyler bulur, alırım diye giderim. Ama bu kez eli boş döndüm bir kaç semt pazarından. Hoş biraz daha yol yapıp kıyı pazarlarından yine bir şeyler buluyorum ama, o bile bir süre sonra bitecek.
Kendi yerli tohumunu yasaklayan bir ülke, bundan ne hayır görecek, onu da hep birlikte yaşayacağız.
Yöneticilerin kendilerini ağa gibi görmelerinden sakınca yok de, bedelini hep birlikte ödüyoruz. Ben buna isyan ediyorum.
Sokak aralarına, köylerin, kasabaların kahve köşelerine bir kulan versek, her şey orada görülüyor, konuşuluyor. Bir not da düşeyim, devletin, halkın vergileri ile aldıkları bir takım maaş ve yardımları siyasi iktidarın lütfu sayanlar hariç, herkes kan ağlıyor.
İktidar yaptıkları ile durumunu idare ederken, muhalefetin sesi yeni yeni duyulmaya başlandı. Konuşmadıkları için değil, artık bıçak herkesin kemiğine dayanmaya başladığı için, muhalefetin sesi çare olarak duyulmaya başlanıyor.
Bu aralar seyyah oldum toplantılarım sebebiyle bir yerlere gidiyorum. Bakıyor, gözlüyor ve izliyorum.
Bir turizm yöresinin kıyısından ormanlık alandan geçerken gördüğüm bir görünüm içimi acıttı. Yaşlı diyeceğim ama, feleğin çarkının yaşı mı, yoksa doğanın yaşımı bilemediğim bir kadın, sırtına odunları sarmış, eline de üç beş dal köyüne, evine gidiyordu.
Bir toplantıda, Devlet sosyal devlet olmayınca konuşulan konular çözülmez deyince, kendini sol, sosyal demokrat sanan bir arkadaş, bana anayasa ve yasalarda "sosyal devlet"ten söz etmişti. Bende, Devlet ile hükümet/iktidarın aynı şeyler olmadığını; ayrıca hükümetlerin sosyal kesimler ile bir tercihinin olduğunu söyleyince iş laf kalabalığına gitti ama;
Bu yok kenarında ki yaşlı kadının derdi içime oturdu, çift yönlü tolun ilk dönemecinden geri dönüp, ona yetişip az konuşup, eline sevgi elini okşayıp bir şeyler tutuşturunca şaşkınlığı, hemen cebine koyması ve şaşkın şaşkın uzaklaşması, başkalarını bilemem ama benim içimi acıttı, yaktı.
Eline tutuşturduğum bile onu şaşkına çevirirken beni onun utangaç tavrı üzdü. İşte Anadolu insanı buydu. Utanır, çekinir. Bu hale getirenler, utanır mı ki? Susanlar ve alkışlayanlar ile birlikte!..