Olay biraz karışıktır ama, ben zaman ve zemine bağlı olmaksızın sadece olayı anlatayım. Olay, çiçek çocuklar döneminde olmuştur diye dinlemiştim 68 kuşağı Hippilere de katıldığını söyleyen bir mühendisten.
Bir gün "Çiçek Çocuklara/ Hippilere" bir haber gelir. Budust inanç lideri olan Dalai Lama (Budizm'in kurucusu oIan Shakyamuni'nin reenkarnasyon sürecini tamamlayarak, yeniden doğduğu düşünülen kişilere verilen isimdir. DaIai-engin deniz, Lama-biIge anlamına gelmektedir.) iki hafta sonra "güneş doğmayacaktır" der.
O güne kadar söylediği sözleri hiç yalan çıkmamış olan Dalai Lama'nın bu sözü de ciddiye alınır ve gidebilen bütün "çiçek çocukları" Tibet'te Dalai Lama'nın yaşadığı mağaranın etrafına kamp kurarlar.
Ve Güneşin doğmayacağı söylenen günün sabahı herkes heyacan ile yüzünü güneşin doğacağı yöne dikmiş, doğmayacak güneşi görmeye çalışmaktadırlar.
Sabah her zamanki gibi önce bir aydınlık, sonra koyu bir karanlık, kızıllıktan sonra, güneşin ilk ışıkları gökyüzünde görünmeye başlar.
Herkes şaşkınlık içindedir. Dalai Lama'nın doğmayacağını söylediği güneş önce bir karış, sonra bir kuylaç daha sonrada şaşkınlık içinde bir urgan boyu yükselir.
Birden uğultular kesilir ve mağaranın en yakınındaki hippiler, mağaraya girip, "ne olduğunu" sormak için aşağı inerler.
O sabah güneş doğmayacak demiştir ama güneş de doğmuştur. Ne oluyor diye sormak istedikleri, Dalai Lama ise, mağaranın içinde, uzandığı ot yatağın üstünde boylu boyunadır.
Şaşkınlık içinde yanına kadar varırlar, önce seslenirler ama, ses gelmez. Sonra dokunup uyandırmak isterler ama tepkisiz olarak yatmaktadır.
Mağaraya girenler büyük bir üzüntüye kapılırlar.
Dalai Lama Ölmüştür.
Ama, "o sabah, güneş doğmayacaktır" da demiştir.
Evet, "o sabah güneş doğmamıştır", ama kendisine, Yani Dalia Lama için "güneş doğmamıştır"
Yaz, güz ne güzel geçmişti ama, Aralık ayının son çeğreyi yakın çevrem için bir güz mevsimi, yaaprak dökümü olmuştu.
İlk olarak, eşi yakınım CHP Antalya İl Başkan Yardımcısı Hüseyin Karadeli'yi genç yaşında;
Tam İsmat İnönü'yü de bu günler kaybetmiştik derken;
İşlerimi bitirip, geçen yıl kaybettiğimiz Antalyalıların Sevgili Erol Ağabeyi, Yargıtay Başsavcı da olan Erol ÖCAL'ın bugün yapılacak anması için eşi, kızı ve oğlu ile plan yapıyorduk.
Önce Anneciğimin Bacılığı, güzeller güzeli Havva Gök teyzemi kaybettiğim haberini, kardeşim Mehmet'ten almıştım. Oğlu, yakın arkadaşım, kardeşim CHP Burdur önceki İl Başkanı Osman GÖK'ü arayayım derken, bu sefer de, Kardeşim Servet, çok sevdiğimiz, bizi yere göğe sığdıramayan Durkadın Yengemi(Depe) kaybettiğimizi söylüyordu
Bir toplantı için Ankara dışındaydım, yolda aldığım bu heberler ile şaşkınlık, çaresizlik içinde eve geldim.
Yaşam ne garip şey. Ne kadar da bol harcamayı seviyoruz.
İlk ölüm ile tanışmam, bu yengemin küçük kızı ile olmuştu. Evlerimiz yanyanaydı. Ben ondan bir iki yaş büyük olabilirdim. Bir şeyden dolayı ona kızmış ve bir tokat atmıştım.
-Sonra, evin penceresinden aşağı cenaze suyunun kaynatıldığı kazana, cenazenin yıkanacağı yere ve boylu boyuna uzanan üstü çarşaf örtülü kızcağıza bakıyordum.
Haklı bile olsam, ilk defa attığım bir tokatın, vicdani hesabını veriyordum gözlerinden akan yaşlar ile kendi kendime.
Sonsuzluğa uğurladığım yakınlarım için bu kez gönlüm ve vicdanım rahattı. Hepisi ile az ya da çok güzel günlerimiz ve anılarımız olmuştu.
Yaşam ne garip, her gün doğan güneş, bir gün oluyor, bize doğmayıveriyor. Her gün birer ikişer selam verdiklerimiz bizlerden birer birer ayrılıyor.
Ya bizler, sonsuzluğa uğurladıklarımıza vicdanlarımız rahat mı?
Evet, tanıdığım-tanımadığım köyümde, kasabamda, şehrimde, ülkemde hatta Dünya’da sonsuzluğa uğurlanan herkese vicdanım rahat. Yapmam gerekenden daha fazlasını yaptığımı ve ödemen gerekenden daha fazla bedel ödediğimi düşünüyorum.
Ama neye yarar ki, yine sokaklarda son model araçların içinde Kırk Haramilerin geçtiği yol kenarlarında ayazda üşüyen çocuklar, ısınmayan evlerde, titreyen çocuklar var ama, anaları-babaları haramilerin değirmenine su taşırlarken, bizler vicdan borcundan kahroluyoruz.
Adaletin batsın Dünya. Emi!..