Bir zamanlar, otobüs terminallerine "garaj" denilirdi. Bu otobüs terminallerinin yanında bir de gazoz, büskivi, simit satan büfeler olur ve o büfelerde de, günün yeni çıkan plakları çalınırdı.
Benim ortaokul-lise yıllarım, okuldan çıkıp öğle yemeği için eve giderken, bir hoporlorden son ses arabesk şarkı ve türkü çalardı. Hele bir de büfeci genç de sevdalı ise, "öf anam öf!.."
Aklımda kalan şarkılar "dağlar kızı reyhan" da var ama asıl döne döne çalan "Sevda Yüklü Kervanlar" şarkısı idi. O zamanlar henüz Müslüm Gürses olan "Müslüm Baba", döne döne Selahattin Sarıkaya'nın dizeleri:
"Sevda yüklü kervanlar/ Senin kapından geçer/ Aşk şarabı içenler/ Senin derdine düşer" diye yanık yanık haykırıdı.
Demek ki o zamanlar, şarap içmek vaka-i adiyeden sayılıyormuş. Bu gün ne kadar ilerilemişiz, bir düşünün.
Eskiden öyle beş yıldızlı oteller, saraylar yokmuş, garibanlar seslerini;
"Bu han garip yatağı/ Bülbül derdim ortağı/ Aşkın söyletir beni/ Feryat feryat/ Dilin söyletir beni/ Feryat feryat" diye feryat ederlermiş.
Bir de bu güne bakın:
"Oturup da konuşamadık seninle/ Düşünüp de taşınamadık doğru dürüst/ Amacımızın ucuna da varmışken (neyse amaçları) / Başka aşklar senin neyine/ Bakışıp da görüşemedik seninle/ Uzanıp da erişemedik doğru dürüst (vah vah)/ Amacımızın ucuna da varmışken ( bak sen hele)/ Başka kızlar senin neyine (hah işte tam da durum bu)/ Ben seni herkeslerden/ Daha daha iyi tanırım/ Hem ben sana herkeslerden/ Daha daha iyi bakarım / Bandıra bandıra/ Bandıra bandıra ye beni /Hiç doyamazsın tadıma/ Bütün numaralar bende/ Sen de var benim farkıma/ Kalma sakın başka yerde/ Ne işin var başka yerde/ Bandıra bandıra ye beni/ Hiç doyamazsın tadıma...
Bandıra bandıra ye beni".
İlahi "Yoncimik", delinin aklına taş getiriyorsun.
Ferdi Baba boşuna göçüp gitmemiş bu dünyadan. Şu sözlere bir baksanıza:
"Aşkın ne zor şey imiş/ Düşmeden bilemedim/ Eller erdi murada/ Ben murada ermedim".
Vah Müslüm Bana vah. Artık o günlere "hakkını helal eder misin" bilmem ama durum da tam bu!..
Bu gün 14 Şubat, dün de ülkesinde bir ağacın bile kesilmesine (Kanada) izin vermeyen altın arama şirketinin, Erzincan'da altın aradığı bölgede toprak kayması olmuş, şimdilik 9 yurttaşımız, emekçimiz toprak altında kaldılar, bilemem kaç ailenin umutları söndü.
Şirketlere kızmam, Kapitalizmin amacı "kar" ve sömürü"dür. Buna izin vermemesi gereken ise, Devlet ve kurumlarıdır.
İşte bu yüzden SOSYAL DEVLET'E gereksinim vardır.
Atamız İstanbul'da yaşarken, Cemal Süreya'da Erzincan'da (D:1931) çocukluğunu geçiriyor, belki de göçük olan o dağlara baka baka.
"Dağ başında/ Rastladım ak sakallı birisine/ Bin yıllık bir halıya bin yıldan beri/ Bağdaş kurmuş bir çınar gibiydi/ Sordum ona/ Aşk ne ustam, hayatın sırrı ne?/ Tepeden tırnağa aşığım ben/ Koskoca bir hayat var önümde/ Sevda kuşun kanadında/ Ürkütürsen tutamazsın/ Ökse ile sapanla/ Vurursun da saramazsın/ Hayat sırrının suyunu/ Çeşmelerden bulamazsın/ Ansızın bir deli çaydan/ İçersin de kanamazsın .... !.."
Evet o gün Cemal Süreya'nın Dağ başında rastladığı ak sakallı, bin yıllık bir halıya bin yıldan beri bağdaş kurmuş bir çınar gibiydi otururken, birleri ülkenin doğasına da kıymış, o bin yıllık halı da kaymış girmiş bir göçük altına.
Her gidi günler hey.
Yıllardan 1900'ler, Osmanlı'nın Sarayı dahil her yer işgal edilmiş. Bir grup "Çılgın Türk" çıkmış Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) öncülüğünde, almış eline mavzeri, ver elini Çanakkale (1915), ver elini Sakarya, Dumlupınar (26-29 Ağustos 1922). 0n günde İzmir'e (9 Eylül) varmak çılgınlık değil de ne!..
Yurt sevgisi, bir "ULUS OLMA SEVDASI", TBMM açılmış, sıra CUMHURİYETTE, bu Cumhuriyet sevdası.
Köyde, kasabada her yerde okullar açılıyor, Herkeste bir okuma sevdası. Bin yılın özlemi. Ve başarılıyor. Askerde "Ali okulları", köylerde "köy kahveleri ve okulları", yetmedi, "Köy Enstitüleri, Ziraat Mektepleri"!..
Ankara ve İstanbul çıtayı daha da yükseltiyor, ÜNİVERSİTELER.
Kadınlar, hem de genç Cumhuriyetin kadınları doğruyor, üretiyor ve yönetiyor. Artık eve "tıkmak" mümkün değil diye düşünülüyor.
Batı emperyalizmi bütün olanlardan rahatsız. İkinci Paylaşım (Dünya) Savaşına katamamışlar, ülke almış başını gidiyor. Dur demek lazım!.. Ve 1945'ler ile birlikte ülkenin üstüne bir kabus çökmeye başlıyor.
Çağdaş okullar kapatılıyor ve yerlerine yurttaşlarını sıradanlaştıran okullar ve eğitim sistemi geliyor. Askeri darbeler de üstüne "tuz biber" ekince, gele gele geliniyor yeni milenyuma (2000'lere).
Köy'de kırda bir köşede bir tek yurttaş cahil kalmasın derken, kadınlar kendine özgüven duyarken, birden 2000'ler ile birlikte, "cahili seven, cahilliği öven" Üniversite hocalarına, yöneticilerine gelinip dayanılıyor.
Önceleri birbirlerinin ellerine dokunmaya bile, "kırarım" diye özenli gençler, öyle bu günlere getiriliyor ki, "bandıra, bandıra ye beni"!..
Eskiden gazetelerin 2'inci, 3'üncü sayfalarının haberi olan pespayalikler, artık gazetelerin manşetine, televizyonların da gün boyu programlarına çıktı, ulaştı.
Sokaklar ne idiği, ne dediği ve nasıl geldiği belirsiz yaratıklar ile doldu. Bu bir "göçmen, yurtsuzluk" sorunu ve olayı değildi.
Tarım ve Orman bakanı müjde veriyor, 2050'de nüfus 2010 milyon olacak, yarısı bizden (ki, biz bile kimiz artık belli değil) 105 milyon, yarısı da "misafirler" 105 milyon olacakmış.
Bu ülkede biz zamanlar "Turan Birliği"ni savunan "Milliyetçiler vardı değil mi? Ne acı bir durum. "İslam Birliği" hayırlı ve uğurlu olsun.
Acaba "Osmanlı torunu" olduğunu savsaklayanlar, yarın kimin torunuyuz diyecekler.
Evet, değişim insandan başlamalı derler ya. Ne doğru.
Değişim insandan başlamış.
"Eğiterek", Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarını değiştirmişiz;
bu yurt sevgisinden tutun da sevdalara kadar gelmiş.
Siyasiler kendi geleceklerini başka ülkelerde garanti alma derdine düşmüşler.
Evet Oktay Akbal, "önce ekmekler bozulmuş (GDO'lu olmuş), sonra da her şey" demiş ya, az bile demiş, Ülke, ekonomisi, kültürü ve nüfusu!..
Artık sevda yüklü kervanlar, kapının önünden geçmiyor, sevdalar bile kuşun kanadına binip gitmişler farkında değil misin, ey halkım;
İyi uykular!..