Önce kavramın anlamına dikkat çekerek başlayalım; islamizasyon ne demektir? Kelime karşılığı “islâmileşmek”. Güzel. Peki Türkiye nüfusunun neredeyse tamamı, hadi diyelim %90’ı islam, yani Müslüman değil mi? Evet, öyle. Peki o halde bir İslâm ülkesi niçin “islamizasyon” programına tabi tutulur? Yani bir islam toprağının İslamlaştırılması kimin ihtiyacıdır? Bu sorulara cevap arayacağız.
1940’lı yılların ortalarından itibaren sistem kendisini restore etme ihtiyacı duydu, “Kemalist Cumhuriyet” ısrarından vazgeçip, “Atatürkçü Cumhuriyet” programına geçildi. Çünkü Atatürkçü Cumhuriyet, Kemalist Cumhuriyet’in “tam bağımsızlıkçı” politikasından bir miktar vazgeçip, Batı-Atlantik cephesine daha yakın bir politika gütmeyi taahhüt ediyordu. Kemalist Cumhuriyet’in en büyük ve “bağışlanmaz hatası”, İngiltere’nin çok yoğun baskısına rağmen 2. Dünya savaşına girmeyi reddetmiş olmasıdır! Ve bildiğimiz gibi savaşı, zor da olsa, İngiliz/ABD bloku kazandı, Hitler yenildi. ABD ve İngiltere, Türkiye’nin dahil olmaması nedeniyle savaşın uzadığını ve Sovyet Rusya’nın Avrupa’da güç ve nüfuz kazandığını düşünüyor ve bu noktada bizi suçluyorlardı. Yani Avrupa 1. Savaşta yarım kalan hesabını kapatmak için birbiriyle kavgaya tutuşuyor, ama faturayı bize çıkartıyorlardı, tam bir emperyalist İngiliz kurnazlığı! Türkiye’nin 1952 yılında Kore savaşına askeri birlik gönderme kararı, maruz kaldığı bu psiko-politik baskının etkisiyledir.
1960’lı yılların ortalarında sistem yeni bir aşamaya daha geçme kararı aldı. Yeni ve gerçekten çok kapsamlı bu strateji, Türkiye’yi büyük oranda islamize etmek üzerine kurulu idi. Buna göre evvela ordunun bu yeni stratejiye uygun olarak yapılandırılması gerekiyordu. Projenin en zor kısmı belki de burasıydı, ama süreç içerisinde bu engel aşılacak, ordunun üst kademeleri Türkiye’nin islamizasyonu kararına saygı duyacaklar ve dahil olacaklardı. Siyaset kurumu da dönüştürülecekti, Türk milliyetçiliğinin 1969’dan itibaren “Türk-İslam sentezi” projesi altında daha islami bir çizgiye çekilmesinin sebebi budur. Milli Görüş Hareketi’nin lideri Erbakan’ın bu günlerde ve bizzat Türk genel kurmayı tarafından özel bir uçakla Avrupa’dan getirilip siyasete sokulmasının nedeni de budur. Devamında elbet toplum da yoğun bir islamizasyon programına tabi tutulacak, milli eğitim programı bu ihtiyaca göre şekillenecek, dini yayınlar furyası başlatılacak, islami cemaatlerin önü açılacak ve ekonomik olarak güçlendirilecekler ve böylece toplumun geniş kesimleri bu cemaatlere mecbur bırakılacaklardı.
Halkın neredeyse tamamının Müslüman olduğu bir ülkede çok yoğun bir “islamizasyon” stratejisine niçin karar verildiği sorusu araştırmaya ve tartışmaya değer bir mevzuudur. Burada yerim dar, ama tek bir cümle ile cevaplamaya çalışacağım, Müslüman Türkiye’yi İslamize etme projesi Soğuk Savaş şartlarının ortaya çıkarttığı bir ihtiyaçtır. Yani Türkiye’nin değil, 20. yüzyılda Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’yi tampon ülke olarak konumlandırmak isteyen Batı-Atlantik cephesinin kararı ve ihtiyacıdır.
Bu gün geldiğimiz noktada, hem aşağıdan, (cemaatler, vakıflar, dernekler vs) hem de yukarıdan, (devlet ve sistem eliyle) realize edilen ve yaklaşık altmış yıl süren bu makro politikanın da artık sonuna gelinmiş gibi görünüyor. Üstelik bu tarihi sürecin 22 yılı, İslamcılığı tartışılmaz bir siyasi kadro eliyle yönetildi.
Ama günün sonunda, soğukkanlı bir şekilde baktığımızda, bir devlet/sistem kararı olarak ortaya çıkmış olan bu makro proje tükenmiş haldedir. Toplum kesimleri ve bilhassa yeni nesiller dinden sistematik bir şekilde uzaklaşıyorlar, muhafazakar ailelerin çocukları yaygın olarak deizm’e, seküler ailelerin çocukları da ateizm’e koşuyorlar. Görünen o ki Türkiye ülkesi gelecek zamanlarda “ümmetçilik”, “İslamcılık” “İslam kardeşliği”, “dindar nesil”, “ensar” gibi siyasal kavramlara çok mesafeli duracak.
Aklımdaki asıl ve cevabını bir türlü bulamadığım büyük soru şudur; peki ama, bunların yerine ne gelecek, ne konacaktır? Evet, siyaset ve toplum boşluk kabul etmez, muhakkak bir şeylerle ikame edilecektir ortaya çıkan bu boşluk. Ama ne ile? Henüz cevabım yok. Eğer bu “yeni boşluk” akılcı, modern, laik, demokratik, tüm ülkeyi kucaklayacak makro politikalar ile doldurulabilirse, Anadolu derin bir nefes alır. Ama, fakat, lakin, ancak; bunlarla değil de yine “başkalarının ihtiyacına göre” doldurulmak istenirse, bu ülke herkes ve hepimiz için yaşanması çok zahmetli bir toprağa dönüşebilir.