22 Mayıs günü iki ayrı etkinliğe katılmıştım. Gündüz, Akdeniz Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Akademi topluluğunun düzenlediği Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün hocanın verdiği konferans, gece ise, Konyaaltı Belediyesi’nde bağlama hocası ve değerli dostum Fahrettin Aksünger üstadımızın yönetiminde büyük ozanımız Aşık Mahzuni Şerif’i anma programı. Her iki program da benim açımdan son derece verimli ve anlamlıydı, çok faydalandım, çok keyif aldım.
Gecenin bir vakti, güzel bir gün geçirmiş olmanın verdiği iç huzurla beraber eve girip telefonuma bir göz attım ki, heyhat! O da ne!? Facebook hesabıma listemdeki Alevi bir arkadaşım yorum yapmış, daha doğrusu yorum değil de, aklınca benimle dalga geçmiş. Çünkü bir insanın aynı gün hem ilahiyat fakültesinde konferansa hem de Mahzuni Şerif anma programına katılması, bu arkadaşımın aklının alacağı şey değil, onu anlıyorum. Ne yalan söyleyeyim, evvela kızdım ve derhal yorumunu silip engelledim gitti.
Gitti gitmesine ama, ertesi gün bu konuda farklı ve daha soğukkanlı düşünmeye başladım. Demek ki insanlarımız hâlâ yüzyıllar önce örülen duvarları aşındıramıyorlar, inceltemiyorlardı. Bu örneğimizde meselâ, Alevi bir genç kardeşimiz, benim gibi laik/seküler dünya görüşüne sahip bir insanın ilahiyat fakültesindeki bir konferansa niçin gittiğini ve oradan çıkıp birkaç saat sonra Mahzuni’yi anma konserinde ne işim olabileceğini anlayamıyor! Yani oraya giden bir insan buraya nasıl gider? Buraya giden bir insan oraya nasıl gider? Bunları anlayamıyor. Anlayamadığı için de, benimle ilgili kafasında bir senaryo yazıyor ve yazdığı senaryonun doğruluğundan o kadar emin ki, bunu benimle paylaşmaktan bile kendisini alamıyor!
Ne vakit Avrupa tarihi üzerine yazılmış bir kitap okusam, hep şöyle dua ediyorum; keşke bizde de böyle sosyal sınıfların keskin bir şekilde sınırlarının çizildiği bir toplumsal yapı olsaydı. Eğer böyle olsaydı, ben de, pek doğal olarak, “ayak takımı sınıfında”, yani işçi sınıfı saflarında yerimi alırdım ve sınıfsal haklarımı korumak ve genişletmek için diğer sınıflarla, karşımdaki sosyal sınıflarla, her türlü mücadeleye girerdim.
Oysa bizde siyasi kamplaşmaların, ideolojik mahallelerin varlık sebebinin sınıfsal değil kültürel olduğunu çoktan öğrenmiş ve anlamış bulunuyorum. Daha açık yazayım, bizde insanlar sınıfsal pozisyonlarını koruyup güçlendirmek için siyaset yapmıyorlar, kültürel alanlarını savunmak ve korumak için siyaset yapıyorlar. Dikkat edin meselâ, güçlü siyasi partiler sistemin esasına dair hiçbir değişiklik talebinde bulunmazlar ve bunu dile getirmezler. Yani hepsi de mevcut sistemin korunması ve devamından yanadırlar. Aralarındaki tek fark şudur; devleti benim ait olduğum sosyo-kültürel yapı mı yönetsin, yoksa karşı mahallenin mensup olduğu sosyo-kültürel yapı mı? Bütün soru budur! Bütün kavga bunun üzerinedir. Ve kavganın temel gerekçesi bu olduğu için de, kalabalık olan sosyo-kültürel kesim her zaman devleti yöneten olmaya devam etti, devam ediyor, 1950’den beri ve aralıksız olarak. Kavganın sebebi sınıfsal gerekçeler olsaydı, yoksul bir aile sağcı Ak Parti’ye, zengin bir aile de “solcu” CHP’ye oy vermiyor olurdu. Oysa pekâlâ biliyoruz ki, yoksul kesimler daha çok Ak Partiye ya da sağ partilere oy veriyor Türkiye’de. Çünkü oy verme gerekçeleri sınıfsal değil, kültürel. Dindar/muhafazakar olan yoksullar sağ partilere, seküler olan orta/üst kategoriye dahil kesimler de CHP’ye oy veriyor, malum, yani kültürel nedenlerle.
Öte yandan, tarih okumalarımdan dolayı çok iyi biliyorum ki, bir ülkede meydana gelen kültürel savaşlar, sınıfsal savaşlara göre daha sert yaşanıyor ve yüzlerce yıl sorgusuz sualsiz devam ediyor. Sınıfsal kavgalar önünde sonunda bir karara, bir antlaşmaya, bir hukuka bağlanabiliyor, bakınız Avrupa tarihi. Ama kültürel kavgalar çağlar boyunca devam ediyor ve tazeliğini, güncelliğini hiçbir zaman yitirmiyorlar.
Ez cümle, bana aklınca haddimi bildiren o genç arkadaşın bilmediği ve anlamadığı nokta tam da burası. Bilmiyor ki kültürel, dini ve etnik kamplaşmaların derinde yaşandığı ülkelerde herkesin başı beladadır! Bilmiyor ki bu tür kültürel kamplaşmalar o toplumu yöneten ve rantını toplayan egemenlerın en büyük arzusudur! Bilmiyor ki yüzyıllar önce örülen bu duvarlar orada durduğu sürece sistem hiçbir zaman değişmeyecek, ezilenler yüzlerce yıl daha ezilmeye devam edecek, sistemden beslenenler nesiller boyunca oradan beslenmeye devam edecekler.
Türk toplumu kendi içinde örülmüş duvarları yıkmadığı sürece barış, huzur, demokrasi ve zenginlik göremez, göremeyecektir, hepsi bu kadar.