Avrupa, 1840’lı yıllar. Sanayi Devrimi bütün gücüyle tarihi sarsıyor. Belli ki insanlık terakki yolunda yeni bir aşamaya geçmiş, vites yükseltiyor. Geçen iki yüz senede epey sermaye biriktiren sınıf, burjuvazi, daha bir hırsla saldırıyor hayata. Gücüne güç katarak. İngiltere başı çekiyor bu süreçte ve Fransa onu biraz geriden takip ediyor. Trenler, vapurlar, büyük gemiler, fabrikalar, madenler, büyük tarım çiftlikleri… Muazzam bir hareketlilik var kıta Avrupasında.
Bu hengamede büyük şehirler hızla kalabalıklaşıyor. Kömür madenlerine, demir-çelik fabrikalarına çok ucuz, neredeyse bedava çalışacak insanlar yığılıyor taşradan. Neredeyse 7-8 yaşlarında çocuklar bile çok ağır iş kollarında günde 14-16 saat çalıştırılıyorlar. İşçilerin ortalama 16 saat ve haftanın yedi günü çalışmaları karşılığında elde ettikleri ücret sadece karın tokluğu! İşçi sınıfının hiçbir hakkı yok. Onun uğradığı haksızlığı ve insanlık dışı muameleyi dile getiren de yok. Daha düne kadar yoksullarla ittifak halinde olan burjuvazi öylesine bir kâr hırsına kaptırmış ki kendisini, gözü artık hiçbir şeyi görmüyor.
Ve 1848’in ilk aylarında Paris’te çanak-çömlek patladı! Paris sokaklarında işçiler ve yoksullar, günlerce polisle çatıştı. İsyanlar Avrupa’nın başka ülkelerine yayılmakta gecikmedi. Evet, günün sonunda kavgayı burjuvazi kazanmıştı. Ama Avrupa, bu isyanlarla birlikte yeni bir sınıfın ortaya çıktığını ve son derece haklı talepleri olduğunu görmüş oldu.
Sol ve Sosyalizm gibi kavramlar elbette daha önceleri de yazılıp çizilmişti, ama K. Marks ve F. Engels ikilisinin kaleme aldıkları meşhur “Komünist Manifesto” adlı broşür tam da bu günlerde yayımlandı. Ve tahmin edileceği gibi, işçi sınıfı ve yoksul halk kitleleri içinde büyük bir ilgiyle karşılaştı. İşçiler, belki de tarihte ilk defa, kendi saflarından dünyaya seslenen bir çığlık ile bu manifestoda karşılaştılar.
Ve bu tarihten itibaren Sol, Avrupa’da hızla yayılmaya ve bilhassa ezilen kesimler ve işçiler arasında kabul görmeye başladı. Süreç içerisinde liberal partiler, sosyalist ve komünist partiler çok fazla güçlenmeye başladılar. Buna bağlı olarak da, 1900’lere geldiğimizde, sendikalaşma, çalışma şartlarında iyileşme, sosyal güvenlik olanakları, sağlık hizmetleri gibi hususlarda işçi sınıfı lehine büyük kazanımlar elde edildi. Hiç kuşku yok ki sürecin buralara gelmiş olmasının müsebbibi Sosyalist fikirler ve partilerdi. Ve hiç kuşkusuz 19. yüzyılın sonlarında Avrupa’daki en prestijli ideoloji sosyalizmdi.
Kapitalist sınıf ister istemez pek çok noktada tavizler vermeye başladı. 20. yüzyılın ortalarına geldiğimizde hem Avrupa’da hem de Kuzey Amerika ülkelerinde, yani ileri kapitalist ülkeler, işçiler hem ekonomik hem de sosyal şartlar bakımından epey iyi durumdaydılar. Kapitalist ülkeler, kendi işçilerine verdikleri parayı ve imkanları, artık dünyanın başka ve daha geri bölgelerindeki halkları ekonomik ve siyasi yollarla sömürmek suretiyle telafi etme yoluna gidiyorlardı. Ve işin daha da ilginç yanı, kapitalist ülkelerin aydınları ve işçileri de bu büyük adaletsizliğin farkındalardı, ama bu gerçeğe itiraz etmek yerine, burjuvazi ve sistemle uzlaşma yolunu tercih edeceklerdi.
Bütün bunlar olup biterken, Sovyetler Birliğinde sosyalizmin çözülmesi, bardağı taşıran son damla oldu. O güne kadar Avrupa dışı dünyada sol-sosyalist mücadelenin hamisi gibi görülen sistem, hiç kimsenin beklemediği bir anda ve kendi içinde çöktü! Ve böylece, bir süredir zaten Avrupa’da epey gerilemiş ve kapitalizm tarafından “ıslah edilmiş” olan sosyalizm hayali, Sovyetlerin çözülmesinden itibaren başta Orta ve Güney Amerika olmak üzere, Afrika, Asya ve Ordadoğu’da da çökmüş oldu.
Özetle; insanların acımasızca ve bir yük hayvanı gibi uzun saatler boyu aç susuz çalıştırılmasına ve onların sömürülen emeği üzerinden bir medeniyet inşâ edilmesine itiraz için sahneye çıkan sosyalizm, yaklaşık 150 yıl sonra, usulca tarih sahnesinden çekilmiş oldu. Bir daha yeniden ve yenilenmiş olarak insanlığın karşısına çıkar mı, bilemiyorum. Ama yeryüzünde insanlık, insan, çevre, tabiat ve gezegenin geleceği tehdit altında olduğu sürece, sosyalizm fikriyatı elbette tekrar sahneye çıkabilir.
Peki bu tarihsel süreç içerisinde Türk Sol’u neler yaşadı, nerelerden nerelere savruldu? Bunu da bir başka yazımızda konuşalım.