Türkiye, Osmanlı Türkiyesi de dahil, Batı Avrupa ve kapitalist ülkelerdekine benzer bir “sınıflı toplum” tanımına tarihi boyunca girmemiştir. Batılı toplumlarda sınıfsal çizgiler çok keskin ve duvarlar çok kalın örüldüğü halde, Osmanlı Türkiyesinde sosyal farklılıklar böylesine derin bir ayrıma hiçbir zaman konu olmamıştır. Bu tezi daha da güçlendirmek için, yoksul aile çocuklarının nasıl bürokraside ve siyasette çok yüksek makamlara geldiği örnekleri dile getirilir ve soylu ve güçlü ailelerin kızlarıyla yoksul köylü çocuklarının nasıl kolaylıkla evlenebildiğine dair rivayetler hatırlatılır. Hakikaten de gerek Osmanlı Türkiyesinde ve gerekse Cumhuriyet Türkiyesinde böyle örnek olaylara sıkça rastlanmaktadır. Örneğin kudretli tanzimat paşalarından Mehmet Emin Âli Paşa, mısır çarşısında çaycılık yapan bir adamın oğludur. Parlak zekası ve çalışkanlığı sayesinde imparatorluk sisteminde sadrazamlık (başbakanlık) makamına kadar çıkabilmiştir. Buna benzer bir vak’aya Avrupa monarşilerinde ve tarihinde rastlayamazsınız. Aynı şekilde, Recep Tayyip Erdoğan isimli çok fakir bir ailenin çocuğu olan bir adam, Türkiye Cumhuriyetinde başbakanı ve hatta Cumhurbaşkanı bile olabilmiştir. Değil feodal ve monarşi Avrupasında, bu günkü Batı sisteminde bile böyle bir örnek olayla karşılaşamazsınız.
Türkler ve Osmanlılarda sınıfsal karakterin farklı bir hikayesi olduğunu ve Batı sosyolojisine hiç benzemediğini tespit eden de, yine Batılı fikir adamları oldu. Ünlü sosyalist düşünür Karl Marks, Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) adıyla bu sistemi teorize etti. Her ne kadar 1930’lu yıllara gelindiğinde Marks’ın bu tezi Avrupa’da çok zayıfladıysa da, 1960’lı yıllarda ülkemizde yeniden canlandırıldı. İster ATÜT olarak, isterse “Kendine Özgülük” olarak tanımlansın, Doğu coğrafyasının sosyolojisinin Batı ile çok farklı olduğu tartışmasızdır.
Amma ve lakin, son yirmi beş senedir kesintisiz uygulanan sosyo-politik model, artık Türkiye’de sınıfsal bir tablonun çok net görünmeye başladığının işaretlerini veriyor. Bilhassa “orta sınıf” denilen sosyolojik kategorinin sahneden çekilmesiyle birlikte, Türkiye, nüfusun %10’unu zengin bir sosyal sınıfın ve nüfusun %90’ının emekçi-yoksul bir sosyal sınıfın oluşturduğu bir ülke olma yolunda hızla ilerlemektedir.
Ve hiç kuşkusuz bu nokta, yüzlerce yıllık Anadolu tarihi açısından yepyeni bir süreçtir, evveliyatında böyle bir döneme pek rastlamıyoruz. Evet, yüzlerce yıl önce de bu topraklarda devlet rantı toplayıp dilediğine dağıtıyordu, bu gün de böyledir. Bu realite hiç değişmemiştir. Ama devlet-iktidar-zengin zümre ile halk kesimleri arasındaki uçurum da hiç bu kadar belirgin ve derinleşmiş değildir. Sözünü ettiğim ve özetlemeye çalıştığım bu tablo, yeni bir tarihi sürecin başında olduğumuza işaret ediyor.
Kendi yaşamımızdan da hatırlıyoruz, bir kasabada toprak zengini bir ağanın çocuğu ile kasabanın en yoksul çocuğu aynı şekilde giyinir ve öğretmenden herkes eşit sayıda dayak yerdi! Yine aynı şekilde zengin ve yoksul olanlar aynı kahvehaneye gider, aynı pazarda alışveriş yaparlar ve aşağı yukarı aynı kıyafetleri giyinirlerdi. Yine aynı şekilde, Antalyalı zengin ile Antalyalı hamal, aynı sahilde denize girerlerdi. Zengin bir genç ile yoksul bir genç, aynı askeri birlikte, aynı koğuşta kalırlardı.
Ama artık bu günün Türkiyesinde sosyal sınıflar çok daha belirgindir ve ayrılmıştır. Zengin sınıfın alışveriş yaptığı mekan ile yoksul sınıfın alışveriş yaptığı mekan aynı değildir. Zenginlerin gittiği kafe ile yoksulların gittiği kafe farklıdır. Zenginlerin kullandığı araba markaları ile yoksulların kullandığı araba markaları da çok farklıdır. Zenginlerin çocuklarının gittiği okullar ile yoksulların gittiği okullar arasında çağlar farkı vardır. Artık zengin ailelerin çocukları askerlik yapmamaktadırlar ve sadece yoksul ailelerin çocukları askere gitmektedirler. Neredeyse zenginlerin gittiği cami ile yoksulların gittiği cami bile ayrılmak üzeredir!
Tekrar söylüyorum, bu tablo, Anadolu-Türk tarihinin yepyeni bir aşamasıdır ve sınıfsal farklılıklar derinleşmiş görünmektedir. Elbette sürecin henüz başındayız. Bir nesil sonra, yani 2040’lı yıllarda, ne demeye çalıştığım muhtemelen daha net görülecektir. Ama bu noktada Türkiye tarihinde belki de ilk defa “sınıf” söylemi ile, “bir sınıfın çıkarları” üzerine politik strateji kurmak anlamlı hale gelmiş olabilir.