Bu soruyu ne vakit tartışma konusu yapsak, muhakkak şöyle bir cevap gelir; “12 Eylül solu silindir gibi ezdi, bu nedenle bir daha kendisini toparlayamadı”. El hak doğrudur, 12 Eylül 1980 darbesi gerçekten de Türkiye solunu, devrimcilerini, aydınlarını silindir gibi ezmiştir. Amma ve lakin, bütün suçun ve sorumluluğun 12 Eylül rejimine atılmasının altında yatan “gizli önerme” şudur; 12 Eylül Darbesi olmasaydı Türk solu elbette başaracaktı! Acaba böyle mi? Kısa bir tarih gezisine çıkalım ve bakalım bakalım böyle mi olacaktı.
Mustafa Suphilerin, Şefik Hüsnülerin, Nazım Hikmetlerin, Doktor Hikmetlerin ve elbette başka sosyalist aydınların 1920’lerde başlatıp 30’lu ve 40’lı yıllarda kör topal sürdürmeye çalıştıkları sosyalizm mücadelesi, dönemin şartları gereği hep illegal olarak kaldı ve kitleselleşemedi. Bu tarihlerde sosyalist solun halk kitlelerinde taban bulamamasının iki nedeni vardır. Birincisi, yeni Cumhuriyet rejiminin her türlü farklı fikir ve ideolojiye tepkisel yaklaşması. Ve ikincisi; Sovyetler Birliği’nin 1925 yılında İngiltere ile yapmış olduğu ticaret anlaşması gereği, dünyanın başka ülkelerinde mücadele veren anti-emperyalist ve sosyalist hareketlere destek olmaktan vazgeçmiş olması.
Ama yine de sosyalizm, 19. Yüzyıl Avrupasında olduğu kadar değilse de, 20. yüzyılın ortalarında da yeryüzündeki en itibarlı siyasi ideoloji durumundaydı. İşçiler ve aydınlar arasında en çok izlenen ve benimsenen ideoloji de oydu. Bu gerçeği 1962 yılında bir grup sendikacının ve aydının birlikte kurdukları Türkiye İşçi Partisi örneğinde de müşahede edebiliyoruz. Mehmet Ali Aybar, Behice Boran ve Sadun Aren gibi aydınlar tarafından kurulan ve tüzüğünde sosyalist bir parti olduğunu vurgulayan TİP, kısa sürede işçiler, köylüler, aydınlar, Aleviler ve Kürtler tarafından inanılmaz bir ilgiyle karşılandı. 1965 seçimlerinde 15 milletvekili çıkartmayı başardılar.
1960’lı yıllar, iki kutuplu dünyada savaş rüzgarları esiyordu ve hava çok gergindi. Dünya siyasetinin bu denli sert iki kampa ayrıldığı Soğuk Savaş döneminde Kuzey Atlantik cephesi Türkiye’nin Sovyetlere yaklaşmasına izin veremezdi. Derhal TİP’i zayıflatmak ve itibardan düşürmek için harekete geçtiler. 1969 ve 1970’te genç devrimciler TİP’i “pasif”, “revizyonist”, “uzlaşmacı” vs olarak nitelendirerek partiden kopmaya başladılar. Sanki Türkiye yabancı bir askeri güç tarafından işgal edilmiş gibi panik ve aceleci bir şekilde silahlı mücadele yoluna meylederek illegal faaliyetlere yöneldiler. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya gibi gençler, çevrelerindeki öğrenci gruplarını illegal bir silahlı devrimcilik oyununun içine çektiler. Hiç kuşkusuz bu gelişmeler Türkiye egemenlerinin bilgisi ve rızası dahilinde cereyan ediyordu. Nitekim THKPC’nin kurucularından ve Mahir Çayan’ın en yakınındaki isimlerden birisi olan Bingöl Erdumlu, 2017’de yayımlanan anılarında bu acı gerçeğin altını defalarca çizmekten kendini alamaz. Ez-cümle, önce 12 Mart 1971 muhtırası, sonrasında da 12 Eylül 1980 darbesi, NATO’nun bu soğuk savaş ikliminde Türkiye’de kitlesel bir sol yapılanmaya izin vermeyeceğini ispatlamış oldu. Nitekim vermedi ve 12 Mart’ta TİP resmen kapatıldı! 12 Eylül’de de, halâ hayatta olan ve yeni yetişen devrimciler kıyma makinesinden geçirildi.
Ama her şeye rağmen 1980’lerin sonlarında ve üniversitelerde sosyalizm fikriyatı temelinde bir hareketlilik başlamıştı. 1992’de işçi ve memur sendikaları hızla örgütlenmeye başladı. Üstelik bütün bunlar Sovyetler’in çözülmesine rağmen gerçekleşiyordu. Ama bu kez de Türk Solu’nun önüne yeni bir imtihan sorusu çıkacaktı; Kürt siyasi hareketi ve PKK! Dönemin sol gençliği, aydınlar, sendikacılar, Kürt meselesine ve PKK hareketine nasıl baktıklarına ya da bakmadıklarına göre ayrışacaklardı bundan böyle. Belki de yeniden kitleselleşip kurumsallaşabilecek bir sosyalist hareketin karşısına böyle bir yol ayrımı çıkmıştı 1990’ların başlarında. Ve bu talihsiz realite, Türkiye’de halka dayalı yeni bir sol-sosyalist sürecin başlamadan bitmesine sebep oldu.
O günlerde radikal bir sol grup kendi varlığını feshettiğini şu cümlelerle duyuracaktı; “Bizden bu kadar! Ama eğer bir gün bu ülkede yeniden bir sosyalizm mücadelesi başlayacaksa, muhakkak TÜRK ve SÜNNİ bir tabana dayanmak zorundadır!”. İnanılmaz bir cümleydi ve üstelik böyle bir cümle sosyalist devrimci bir ekibin kaleminden çıkmıştı. Galiba benden başka o günlerde bu cümlenin tarihsel ve sosyolojik anlamını ciddiye alan yoktu. Bu tezi iki binli yıllarda da tartışmaya açmaya çalıştım, ama o günlerde bile “saçma”, “deli saçması” gibi değerlendirmelerle karşılaştım. Oysa bu tek cümlede, bu topraklarda yüzlerce yıllık bir tarihin ve sosyolojinin esası hatırlatılıyordu, ama ne anlayan oldu ne de dinleyen. Çünkü Türk aydını “tercüme odasında” doğmuştu ve bu yüzden Türkiye devrimcisi de “tercüme devrimcisiydi”. Onların okudukları kitaplar Batı’da yazılmış ve tercüme edilmiş kitaplardı ve o kitaplarda buna benzer mevzular yazılmıyordu! Türk solcuları 1870’lerde Paris’te yahut 1930’larda Moskova’da yazılan bir makaleye evrensel bir “ayet” muamelesi yapıyordu ve bu makaleyi olduğu gibi 1970’lerde İstanbul’da, Ankara’da, Antalya’da, Malatya’da ve Diyarbakır’da tatbik etmeye çalışıyordu. Bu nedenle yenilgi kaçınılmazdı.
Ve bütün kalbimle söylüyorum, bu toprakların tarihiyle ve sosyolojisiyle barışık/haberdar/ilgili bir sosyalist hareketin yokluğu, bu ülkenin her alanda çürümesine sebep oldu. Ülkemiz berbat bir vasatlığa ve cahilliğe teslim oldu. Ve olan Türkiye’ye oldu, vesselam.