Çocuktuk, gençtik umutlarımız vardı, güzel günler hayal ediyorduk. Hatta bu günleri hep birlikte seçimleri ile bizlere yaşatanların eşit, özgür, sömürüsüz bir dünyada yaşamaları için kimimiz idam sehpalarında can verdi, kimimiz de alçakların kurşunlarında.
Hapishanelerde, karakolların kuytu odalarında her gecenin bir sabahı vardır diyerek, sabahlarının olmasını bekleyerek, acılar içinde geçirip, bir şey olmamışçasına yaşama tutunduk, yaşamaya asıldık.
Umutlarımız, ideallerimiz vardı ve yaşamımızı bunlara sererek kurttuk yaz güneşlerinde. Sonra da uğruna savaştıklarımızın bohçalarına koyduk aç kalmasınlar, açıkta olmasınlar diye, diye.
Ve Nazım Ustanın sözünü tuttuk:
"Yaşamak şakaya gelmez" dedik ve "Büyük bir ciddiyetle" yaşadık.
"Bir sincap gibi meselâ,/ Yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden" Yaşamayı öylesine ciddiye aldık ki, "Hem de o derecede, öylesine ki,/ Meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,/ Yahut kocaman gözlüklerin,/ Beyaz gömleğinle bir laboratuvarda/ İnsanlar için ölebileceksin,/ Hemde yüzünü bile görmediğin insanlar için,/ Hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken// Hem de en güzel en gerçek şeyin/ Yaşamak olduğunu bildiğin halde."
Evet, yaşamayı öylesine ciddiye aldık ki, ama kendi bedenimiz ve aklımızla, başkaları için Nazım Ustayı dinledik. Ve dedik ve yaşamayı "öylesine ciddiye" aldık ki, kimiz, "Yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikti, .. Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,/ Ölmekten korktuğun halde" öleceğine inanmadan, yani "Yaşamak yani ağır bastığından" dedik ki, "Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,/ Yani, artık o beyaz masadan hiç kalkmamak ihtimali de var./ Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini/ Biz yine de" gül güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına" gülerek, "Hava yağmurlu mu diye bakacağız pencereden,/ Yahut da yine sabırsızlıkla bekleyeceğiz/ En son ajans haberlerini./ Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,/ Diyelim ki, cephedeyiz./ Orda daha ilk hücumda, daha o gün/ Yüzükoyun kapaklanıp ölmekte mümkün." olduğunu bilerek, isteyerek ve görerek Nazım Babayı dinledik.
"Tuhaf bir hınçla" öğrendik, bütün bunları. Fakat yine de "Boş bir ceviz gibi yuvarlanacak/ Zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız./ Şimdiden acısı çekilecek bunun,/ Duyulacak mahzunluğu şimdiden./ Böylesine sevilecek bu dünya/ "Yaşadım" diyebilmen için.../ "Yaşadım" diyebilmek için koşturduk
Biraz yorulduk mu ne?
Artık eskisi kadar hoyrat değilim kendime, benden başka çok az sevdiğimin beni sevdiğini görerek öğrendim. Ötekilere mi, hiç umurumda değiller. Ben yaşamayı, savaşarak öğrendim, başkaları için olup bedel ödedim ise de ben yaşamayı öğrendim. Öğrendim
O yüzden biraz da Servet Kocakaya'nın dizelerini mırıldanıyorum artık. "Acılar beni tez büyüttü/ Genç olmuşum şu dünyada ne fayda?/ ... Bana Veysel'in aşkı gerek/ Gün görmüşüm şu dünyada ne fayda?" ..... Sizi "kendime yakın buldum/ Uzaklarda turna olsan"ız bir önemi yok, olmanız önemli; seven, değer bilenlerin olması önemli.
Bu yaz da isteyerek, dileyerek gönlümce bir yaz geçirdim. Hem de her şeye inat yine "güneyde".
Bir sahil kasabasında bir tanıdığım aracılığı ile tanıdım ve iyiki de öyle olmuş. Kültür, sanat az da olsa siyaset. Ve beni kırmayarak masaya konulan tavla. Muhteşemdi. Daha şimdiden gelecek yazı özleyecek miyim ne?
Hele bir gece, yıllar yıllar önce açılan bir KÖY ENSTİTÜSÜNÜN 1 numaraya kayıtlı ve 1 numaralı diplomalı gencini tanıdıktan ve onunla sohbet ettikten sonra; yaşamaya hem de kendimi önceleyerek yaşamaya, öyle sarılacağım ki!..
Öğrenmenin yaşının olmadığı gibi, yaşama sarılmanın da yaşı yokmuş, bunu dün gece, bugün 92 yaşında olup, 85'inde son evliliğini yapan, öğretmenimden öğrendim.
Ben artık, kendim için de yaşamı öğrenmeye karar verdim. Uğruna yaşadıklarım kendinizi bir eksik sayın, çünkü artık ben yokum, nasıl olsa varlığımdan habersizdiniz ama siz bir eksiksiniz!..
Ben, kendim için de yaşamaya sarılmayı öğrendim, sonunda, öğrettiniz!.. Sağ olun!..