Dünyanın döndüğünü; her insanın bir dünya olduğunu; geçen zamanın geri gelmediğini; insanın yarasını yine bir insanın sardığını, derine derman olduğunu öğreneli o kadar çok zaman oldu ki.
Yine de Hasan Hüseyin Korkmazgil'in dizelerinde ki gibi:
"Öyle bir yerdeyim ki/ ne karanfil ne kurbağa/ Bir yanım mavi yosun/ Dalgalanır sularda" diyerek savrulalı da.
Hep söylüyorum, ben 2000 yılına girerken, öyle umut doluydum ki. Bu yaşanan dünyada, insanların yarattıkları uygarlıkların zirvesini zorladığımızı, yaşanılası bir dünyada olduğumuzu sanıyordum.
Hoş Nazım Hikmet'te demiyor muydu ki, Nikbinlik (iyimserlik) şiirinde, "Güzel günler göreceğiz çocuklar/ Güneşli günler/ Göreceğiz/ Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar/ Işıklı maviliklere/ Süreceğiz" diye. Ah be Nazım Usta, ne diyeyim ki sana.
Oktay Akbal, İkinci Dünya Savaşı'na girdik gireceğiz kuşkuları arasında, endişe içinde çırpınan İstanbul'da bir semtin kaygılarını anlatıyor gibi görünse de herkes için geçerli o günler için "Önce Ekmekler Bozuldu" diyerek kaleme almamıştı ilk yapıtını.
Sonra da durumu "“Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey. Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu. Radyolarda marşlar, nutuklar şaşkın insan sürülerinin üzerine savruluyor, gazeteler korkuyla okunuyordu...” diye anlatıyordu. Evet, Önce ekmekler bozulmuş, sonra da her şey!..
Ne de çok sinyal varmış da, anlamamış, görmezlikten gelmişiz.
Romalı ozan, oyun yazarı Titus Macchius Plautus, 13. yüzyılda, “Homo homini lupus est” diye yazsa da, Thomas Hobbes, “İnsan insanın kurdudur” anlamında ki bu sözün felsefesini yapmamış ve bunu maddi ayaklar üzerine oturtmaya çalışmıştır.
Yazımın başlığı "Sokaklar şaşkın, şaşkın" diye koymuşum.
Sokaklarda şaşkın olan, şaşkın şaşkın dolaşan insanlar. Hoş tatil yörelerinde sokaklarda bir başka şaşkın şaşkın dolaşan ve sahiplerini arayan evcil kedi ve köpekten de geçilmiyor, bir başka konu.
Sokakların diğer şaşkınları insanlara gelince.
Yaşadığımız çağın, bir diğer deyişle "modern dünyanın" temelleri sanayi devrimi ile on yedinci yüzyılda atılmıştır.
İnsanoğlunun evrimi /tarihi 50-60 milyon yıldan fazladır. Günümüz insanın atası sayılanların tarihi ise 8-10 milyon yıl dolaylarındadır.
Bu sürecin başlamasından, J.J. Rousseau'nun sözünü ettiği "ilk çitin çekilmesi" sürecine kadar olan toplumun kendi içinde yazılı olmayan TOPLUM SÖZLEŞMESİ bozulmuştur.
Ekonomik süreç olarak da, Tarım Devrimi ile birlikte avcı-toplayıcı toplum dönemi bitmiş ve Neolitik Çağ (Yeni Taş Çağı) başlamış, yerleşik düzene geçilmiştir.
Yerleşik düzen, kuralların olduğu, bunun da toplum ahlakının, gelenek ve göreneklerin oluştuğu bir düzen ile sağlandığı açıktır.
Başlangıçta yazılı olmayan kurallar, toplum sözleşmesi geçerli iken, zamanla toplum kendi birlikte yaşama kurallarını ve ahlakını oluşturmuştur.
Toplumlar büyüyüp savunma, barınma, güvenlik, gıda gibi gereksinimlere ihtiyaç duymaları sonucunda da Devletler ortaya çıkmıştır. Devlet yasaları ile toplumu bir arada tutmuş ve hem yurttaşlarının hem de kendisinin geleceğini şekillendirmiştir.
Yurttaşlar da Devletin varlığı ve yaşaması için, askerlik yapmış, vergi vermiş, seçimler yaparak yöneticilerini seçmişlerdir.
Bir düzenin kurulması için buraya kadar olan süreç milyonlarca, binlerce ve bazıları için de yüzlerce yıl sürmüştür. İnsanlığın ve toplumun, bir ileriki aşaması olarak da milletlerin ve devletlerin sağlıklı gelecekleri için sağlanan ve kurulan bu düzen için her yurttaş bir bedel ödemektedir.
Ne yazık ki, özellikle son on, on beş yıldır ülkemizde bu onlarca yıldır kurulan genel toplumsal düzen, son dönemde de anti emperyalist bir savaş sonrasından Atatürk'ün kurduğu TÜRKİYE CUMHURİYETİ bir yol geçen hanına dönmüştür.
Oysa halkın deyimi ile 72 buçuk milletten sonra, bir uluslaşma süreci başlangıcı olarak, Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletini “Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir." diyerek o kadar çaba harcayan bu millet;
Özellikle son yıllarda ülke sınırları "yol geçen hanı" olmuştur.
Elbette ki bu ülke yurttaşlarının bir kısmı 12 Mart ve 13 Eylül Faşist darbelerinden sonra ülkelerini terk etmek zorunda kalmış, başta Almanya gibi birçok Avrupa ülkesine sığınmıştır.
Ya da Bulgaristan'dan, Balkanlardan, Kafkaslardan gelen soydaşlara, ülke kapılarını sonuna kadar açmıştır.
Büyük şehirler başta olmak üzere, ülkenin dört bir yanı, birbirine benzemez, aynı dili konuşmaz insanlar ile dolmuştur.
Askerlik yapıp, vergi vermiş, bedeller ödemiş yurttaşların önüne bir avuç doları olan insanlar geçmiş ve özellikle yeni nesil oturacak ev bulmakta bile zorlanır olmuştur.
Hele hele kendisi, anası-babası bu ülke için bedeller ödemiş bu ülkenin eğitimli, meslek sahibi olmuş insanları, yurttaşları işsiz gezerken, yurttaşlık verilen birlerinin o koltuklarda kurularak oturmalarının bedelini, zor günler kapıya dayanınca tüm yurttaşlar daha iyi anlayacaktır.
Yazık, sokaklar şaşkın şaşkın insanlar ile dolu, ama ne kendileri ne de farkında olması gerekenler, bu durumun farkındalar.