İnsanoğlunun yerleşik yaşama geçmesi ile birlikte, bireysel gereksinimlerine ek olarak bir de toplumsal gereksinimleri olmuştur. Bu da, aile, topluluk, toplum, köy, kasaba, şehir, şehir devleti, devlet ve imparatorluklara kadar giden yapıları ortaya çıkarmıştır.
--Bireysel olarak başlayan gereksinimlere daha kolay çözümler üretilirken, topluluk-toplum olarak ortaya çıkan yapılar ise daha örgütlü ve donanımlı yapılara gereksinim duyulmuştur.
--Bu ise, örgüt bağlamında devlet ve devlet yapılandırılmalarıdır.
--Konu bu örgütün, devletin yönetilmesine gelince, durum ve dengeler değişiyor. Sahip olunan ve üretilen değerlerin paylaşılmasına sıra gelince, bu kadar kişiyi bir arada tutacak değerlere gereksinim duyuluyor ve bu gereksinimi de yönetimler sağlıyor.
--Aristoteles, yönetimin amacını “ortak iyiliğin gözetilmesi” olarak tanımlıyor.
--Burada sorun, ortak iyilik ne ve nereye kadardan başlıyor, bunu kim ve kimlerin nasıl yöneteceği ile sürüp gidiyor.
--Tamam bir şekilde bir araya gelindi, ortak iyiliğin yaratılması ve gözetilmesi için, bir yapı oluşturuldu ama;
--bir başka sorun da, bu yapıyı kim ya da kimler hangi ortak paydada buluşarak yönetecekler?
--Başlangıçta ne kadar iyi niyetli ve kararlı olunur ise olunsun, süreç sağlıklı ve doğru biçimde yönetilmediği sürece, her şey gibi yönetim organizasyonları da çürümeye, bozulmaya uğrayacaklardır.
--Tarihteki uygulamalar ve örnekler de bunu göstermektedir.
--Başlangıçta, Ortak iyiliği yaratmayı amaçlayan tekin yönetim monarşi iken, zamanla ortak çıkarları eşit yönetemeyen monarşinin bozulmuş hâli olarak karşımıza tiranlık çıkmaktadır.
--Burada ortak iyilik, varlıklı ve gücü elinde bulunduran zenginler, aristokrasi, günümüzde ise kapitalist sermayedir. Yoksullar ve orta sınıf, oluşturulan yapının sürmesini sağlayacak toplumsal katmandır
--Ortak iyiliği amaçlayan azınlığın yönetimi aristokrasi ve zenginlerin çıkarlarını gözeten azınlığın yönetimi, yani aristokrasinin bozulmuş ve ittifaklar ile sürer durumu ise, oligarşidir.
--Toplumsal olarak ortak iyiliği sağlamayı amaçlayan çoğunluk yönetimleri bu süreçlerini ancak demokrasiler aracılığı ile yürütebilir
--Devlet organları da, ilkesel olarak bu süreç içinde verecekleri kamu hizmetini, kamunun yararına vermek durumdadır.
--Ancak, bu durum her zaman düşünüldüğü ve planlandığı gibi böyle olmamaktadır. Egemenliği, gücü elinde bulunduranları, denetleyecek mekanizmalarının olmaması ya da sağlıklı işlememesi ile bu gücü, kamu-toplum yararından çok kendi bireysel çıkarları doğrultusunda kullandıkları da gün gibi ortadadır.
--Burada sorun, kamunun ya da toplum çoğunluğunun yaşanan ya da var olan sorunların ne kadar farkında olduğudur.
--İster genel, ister yerelde olsun, oluşturulan bu yapıların yönetimleri için seçilenlerin nitelikleri kadar, sistemin denetlenebilir olmasının da önemi çok büyüktür.
--En mükemmel sistemleri bile kursanız, süreç planlanmamış ise ürün ve başarı tartışılır konumdadır.
--Yine yönetim süreçlerinin denetlebilir, sorgulanabilir durumları ortadan kalkmış ise, hakim güç odakları ile;
--Yaratılmış ya da yaratılan güç odaklarının sistemin yönetim ve denetimini eline almaları en başta kurumsal yapılara, sonra da demokrasi gibi yönetim süreçlerine zarar verecektir.
--Bu genel yaklaşım ve değerlendirmeler ışığında, Cumhuriyet tarihimize bir göz atarsak neler görürüz ki?
--İlk başta Atatürk ilkeleri ile Laik ve demokratik Uluslaşma, kurumsallaşma sürecinde bir Cumhuriyet görürken;
--Özellikle ikinci paylaşım savaşı sonrasında oluşan iki kutuplu dünyanın etkisi ile, demokrasi havarisi kesilen emperyalist, kapitalist sistem, ilk iş olarak demokrasinin içini oymakla ile işe başladı.
--Küreselleşiyoruz denilerek ulusal değerler ve devletler birer birer devre dışı bırakılmaya, çökertilemeye yok edilmeye başlandı.
--Müslüman Asya ülkeleri "yeşil kuşak" ile çevrelenir iken, ortadoğu'da bir başka proje, ülkemizde de başlangıçta "Türk-İslam Sentezi" denilerek başlanılan proje, açık açık "şeriat özlemcisi" bir sürece kadar dillendirilir, olmuştur.
--Başlangıçta kurulmaya çalışılan ortak çıkarlar için siyasi, ekonomik ve uluslaşma gibi değerler ve süreçleri için kamusallık, gittikçe liberalleşen ve piyasalaşan bir durum alırken, yönetimin de gittikçe otoriterleşmesi gözlerden kaçmaktadır.
--Gelenekci genel iktidarın, bugüne kadar yaşanan devlet gelenek ve görenekleri görmezlikten gelmesi, bütün kurumsal kamu-devlet geleneklerini yerle bir ederken, muhalefetin ise süreç içinde bir sonrası güne takılı kalması, süreci bir gün öncesinden görememesi, görmek istememesi, var olan sorunların, yurttaş nezdinde daha da çekilmez hale gelmesine sebep olmaktadır.
--Olay, sorunun saptanması boyutunu çoktan geçti.
--Sorun, kişisel olsa da toplumsal olsa da dağ gibi yurttaşın önüne yığılmış bir durumda.
--Yurttaş çaresiz, kararsız siyasilerden çözüm belker durumda.
--Namık Kemal yüz yıl önce: “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini.../ Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?” diyordu,
--ona yanıtı ise Mustafa Kemal 13 Ocak 1921 'deki TBMM'de ki Birinci İnönü Savaşına ilişkin değerlendirmesinde: “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini/ Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini” şeklinde veriyordu.
--Elbette ki ülkede sorunlar çözülmez boyutta değil, ama hamaset boyutunda çözüm üretmek, sistemden çıkarı olanların için bir çözüm iken, yurttaşın her geçen gün, "canı burnundan çıkmak üzeredir".
--Bu pandemi kapanması da, yurttaştan, yönetenlere, siyasilerden, siyaset erbaplarına kadar herkes, başını ellerinin arasına alıp düşünmezse, düşünülecek bir şey zaten kalmayacak.