ANKARA'DAN

Şaka gibi yaşamak!..

Öyle sözler vardır ki, nereye koyarsanız "cuk" oturur. "Başka bir yerde yaşayamam" da bunlardan birisidir. Bence gerçekten öyle. Yok değil diyor iseniz de siz söyleyin.

Dün "1 Nisan" idi, şaka gibi gelip geçti. Ne biletin herkesin telaşından mıdır yoksa şaka yapacak hali kalmamasındanmıdır bilemem ama bana "1 Nisan şakası" yapan kimse olmadı.

Ayrıca, gittiğim gördüğüm yerlerde de, kimsenin kimseye "şaka yapacak hali" kalmamış, herkes yaşadığının gerçek mi, şaka mı olduğunu anlamaya çalışıyor. Halkım, eğlenmeyi pek sever, hele de telde bu kadar cambaz varken O, ona bakar!..

Bugün de 2 Nisan, Oruç ayı başlangıcı.

Bu yıl 2 Nisan'da başladı ama geçen yıl da 13 Nisan'da, 2020'de 24 Nisan'da, 2019'da ise 6 Mayıs'ta çoğu kişi bir yandan aileleri ile bayram yaparken, bir yandan da Deniz Gezmiş ve idam edilen arkadaşları için bir acı yaşıyordu.

İşte yaşam bu idi. Herkesle isen, binersin bir tirene nereye götürür ise oraya gidersin. Miladi takvime göre günlerin değişikliği pek olmaz, dört yılda bir yıl 365 gün değil, 366 gün olur.

Günlük sıradan yaşam "Miladi Takvim"e göre yaşanırken, İslami yaşam ise "Hicri Takvim"e göre yaşanır.

Örneğin Yılbaşı, Hıdırellez, Gün Dönümleri anma ve eğlence olarak hep aynı mevsimlere denk gelirken, İslami yaşamın gün ve bayramlar ise yıllarına göre, mevsim mevsim değişe değişe yaşanır.

Örneğin Ramazan. Hepimizin "Oruç ayı" olarak bildiği ay. Ramazan, Hicrî takvimin 9'uncu ayıdır. İslam inancına göre de, Peygamber Hz Muhammed'e Kur'an ayetlerinin inmeye başladığı aydır. Müslümanlar da bunu, oruç tutarak islamın 5 şartından birisi olarak kutlarlar.

"Müslüman Takvimi" olarak kabul edilen Hicri Takvimin bir yılı 354 gündür. Hicri takvimde de, Miladi takvimde olduğu gibi "artık yıl" yani 355 gün olan yıldır, bu da 30 yılda bir olur. Hicri takvim, 12 kameri aydan oluşur ve yılın ilk ayı, , Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye göçünün başlangıcı yılı 1'inci yıl olarak kabul edilir ve bunun da ilk ayı, "Muharrem" ayıdır.

Bunlar sinema seyrinin genel kültür girişi olsun, yani filmin reklam bölümü; gelelim asıl filme.

Ne yalan söyleyeyim, itiraf etmeliyim ki, 2000 yılına girdiğimizde, çok sevinmiştim. Yeni bir binyıla girecektik. Bize, insanlığın hep iyiden ve güzelden yana olacağı öğretilmişti. Çok umutlanmıştım 2.000'lerden ama hevesim kursağımda kaldı.

Hoş, kişisel olarak da bana uğur getirmedi desem yalan olur. Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanlığında ki 9'uncu Cumhurbaşkanı olarak görev süresi dolmuş, yerine Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer 10'uncu Cumhurbaşkanı olarak seçilerek, 16 Mayıs 2.000'de görevini teslim almıştı.

Bürokrasinin "çirkin ördeği" olarak benim için başlayan bu süreç, Cumhurbaşkanlığı Çankaya Köşkündeki 7 yıl rüya olarak sürmüştü.

Kişisel olarak bu benim için elbette ki çok büyük bir onur ve gurur idi ama ülkemin genelinde aynı şeyi söylemek pek olası değil idi.

Başbakan Bülent Ecevit'in "sağlık sorunları diye başlayan, ardından da Devlet Bahçeli'nin "haydi seçime" dediği süreç ile süren, neresinin reklam, neresinin asıl film olduğu pek anlaşılamayan, hala da izlenen bir film vizyona giriyordu.

Ramazan, Anadolu geleneğinde çok farklı bir önemde yaşanır. Gerçekten herkes "günahlarından arınmak için çabalar". Yemesine, içmesine, konuşmasına kadar her şeyinde özenli olmak ister. Şehirler, köyler, kasabalar biraz sakinleşir ama çarşı pazar hareketlenir, pide fırınlarında sıcak pide kuyrukları, cami önlerinde hayır tatlısı masaları, evlerden evlere giden iftar yemek tepsileri, sofraları.

Dün, önceki yılların önemli bir bürokratının eşinin cenaze törenine gittim Kocatepe Camisine. Cuma günü olmasından dolayı da bir başka kalabalıktı. Bir çok tanıdık, tanımadık yüzler gördüm.

O kadar kalabalık içinde, neye üzüldüm biliyor musunuz?

"YALNIZLIĞA" üzüldüm. Sadece Annesini kaybeden sevgili Profesör Doktor arkadaşımın o kadar kalabalık içinde ki "Annesiz kalmasının yalnızlığına" değil, gelen diğer kişilerinde de yalnızlığına.

Kılık, kıyafet ve tavırlarından eğitimli, birikimli ve bir şey oldukları her hallerinden belli, belki acılarını anımsadılar, belki farklı bir çok şey düşünüyor olabilirler idi; yüz ifadeleri, tavır ve davranışlarında ki o buruklukları, içimi bir kez daha acıttı, yaktı ve yıktı.

Varlık içinde yokluk!.. Yoksulluk değil.

Sonra Caminin alt katındaki büyük market zincirine girdim. Herkesi, sebze ve meyve stantları karşılıyordu. İnanılmaz bir düzenleme, insanın içini açıyor, kendine çekiyordu.

Rafların üstündeki fiyatlara kadar. Aslında rakamlar bir ölçü değildir. Herkes için ayrı bir anlam ifade eder.

Bir ana, kız raflardan bir şeyler alırken, yakınlarda oturduğu belli ramazan alışverişine çıktığı belli eski Ankaralı bir çiftin istediklerini alamamaktan kaynaklanan serzenişleri üzücüydü.

Çarşı pazar "ay başı" olması dolayısı ile kalabalık, bankamatiklerin önünde uzun uzadıya kuyruklar var ama elinde çantası olanların sayısı oldukça az idi. Gençlerin umursamaz olanı, kaygılı-kaygısız olanı hepsi vardı ama, yanlarından geçtiklerim ister mağaza çıkışı ister otobüs duraklarında bekleyen insanların yüzlerine mutsuzluk taht kurmuş gibiydi. Kime dokunsanız, kibrit yakmaya bile gerek yok gibiydi.

Miladi yılı, Hicri yılı, Milenyumu yaşadığımız bu günler, herkesin aklına başına almasında yarar var.

Masum inançlı yaşlı bir çift, iftar ve sahur için ne alacaklarını düşünüyorlar ise, devlet üniversitelerinden mezun olup, kendilerini yetiştirmiş gencecik insanlar ülkelerinde çalışırlarken, iş teklifi alıp akın akın havaalanlarından yurtdışına kalıcı olarak gönderiyor ise, hem iktidardakilerin, hem de yurttaşların iki kere düşünmesi gerekmez mi?

Hem "komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir" denilecek, hem de yıllarına ülkesine, devletine harcamış insanların,

İnançları gereği tutacakları oruçları için evlerine alacakları zorunlu yiyeceklerini alacak dermanlarını bırakmayacaksınız.

Demokrasiyi seçime, seçimleri de mühür kimde ise "Süleyman Odur"a indirmek olmaz. Bütün dünyada iktidarların bir sınıfsal temeli vardır. Kapitalist sistemde de, (ki bizimki de öyle) iktidarların tarafı kapitalistler, yani sermaye ve sermayedarlardır. O yüzdendir ki, halk zamlardan inim inim inlerken, ülkenin en zengini olmuş kişiler Amerika'da, Londra'da en pahalı mülkleri satın alabilmektedirler.

Hükümet de, halkın yoksulluk sorununa çözüm üretiyormuş gibi yaparken, değirmenin suyunun kime aktığının farkında olmaması mümkün mü? Bütün bunlar aleni yaşanırken, bu halk da bunları görmezlikten geliyor ise, yaşananları hak etmiyorlar mıdır? Olanları da, bu halkın saflığı, cahilliği ile açıklamak yeterli sebep midir?

Anadolu'da, "yemeyenin malını yerler" derler. Siz malınıza ve hakkınıza sahip çıkmazsanız, Mehmet Akif ne der bakalım.

"Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır." kim bilir?

Yayın Tarihi
02.04.2022
Bu makale 1140 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!