Şimdi de, "Düşünüyorum, öyleyse varım" diyen René Descartes aklıma geldi. "Düşünüyorum Öyleyse Vurun" diye kitap yazan İlhan Selçuk'tan sonra. Ben de düşünüyor, mutsuz oluyor ve üzülüyorum
Aslında kendimde bir sorun olmadığına göre, sorun düşünmede mi acaba diye de düşünüyorum. Ve işin içinden çıkamıyorum. Hani, Anadolu'da, kötü bir durum için bir çözüm yolu bulunamadığı, uzun uzun düşünmenin de bir yarar sağlamadığı zaman söylenir ya: "düşün düşün b.ktur işin" işin diye, bende ki durum biraz bu gibi.
İyi de ben üzülüyor isem, sebebi ben, kendim değilim ki. Pek çoğunuz gibi ben de, "Allah'a bin şükür, yediğim önümde, yemediğim ardımda", sağlığım, keyfim yerinde ama sorun bu değil ki.
İşin şakası bir yana, düşünürken aklıma Eflatun'un devletin, yurttaşlar için ne olması gerektiğini söylediği şu sözü aklıma geldi:
"Ancak krallar filozof ya da filozoflar kral olursa devletler mutlu olabilir." Anlayacağınız, üzgünlüğümün sebebini buluyor gibiyim.
Bulmasına bulurum da, bulsam ne olacak ki, bir toplumda herkes her şeyi bilirse, öğrenmeye gerek kalmıyor ki. İnanmazsanız çevrenize bir bakın. oturun bir kıyıya köşeye kulak verin, kimler neler neler bilirmiş de, sizin haberiniz yokmuş.
O yüzden İlhan Selçuk, Descartes'in "Düşünüyorum öyleyse varım" sözünün, bazı devlet yönetimlerinde pek de toplumun lehine olmadığını vurgulamak ve kendileri gibi düşünmeyenleri yok saydıkları için, "Düşünüyorum, öyleyse vurun" diye yazmış mış!..
Peki düşündüğü için sıkıntı çeken tek ben miyim? Uğur Mumcu yıllarca ""Ben Atatürkçüyüm.... Ben, cumhuriyetçiyim... Ben lâikim... Ben anti-emperyalistim... Ben tam bağımsız Türkiye'den yanayım... Ben insan hakları savunucuyum... Ben, terörün karşısındayım... Ben, yobazların, hırsızların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım. Dün sabaha değin, araştırarak yazdığım hiçbir konuyu yalanlayamadınız. Öyleyse vurun, parçalayın, her parçamdan benim gibiler beni aşacaklar doğacaktır." diyerek, paramparça oldu.
Yine o, bugünleri gördüğü için ""Cemaatlere, tarikatlara giren çocuklar 30 sene sonra general olacaklar cumhuriyete karşı ayaklanacaklar" dediği zaman, onu duymazlıktan gelenler, Atatürk'ün kuruduğu Diyanet Kurumunun başındaki zat/ın/ların, Atatürk ve Kurumlarının keyfini çıkartarak, Cumhuriyet değerlerinin üstünde tepindikleri, umarım görmezlikten gelinmiyordur.
O kadar da çok "bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi" olan var ki, artık kişiler bencilleştirildi, toplumdan kopartıldı.
Ve öyle bir noktaya kadar taşındı ki, bin bir emek kurulan, var edilen Parlamento yok sayıldı, işlevsizleştirildi. Mevcut iktidar sahipleri Kurumları, kendi dükkanları, çalışanlarını da kendi adamları saydılar.
Planlama, denetim, hesap, kitap hak getire. Çünkü, bir düşünen, planlayan ve yapan, yaptıran var kabul edildi. Ötekiler de boş değildi, ama onlarında bilmezlikten gelmek işlerine geliyordu
Kanadalı Şair/yazar/Müzisyen Leonard Cohen'in dediği gibi:
"Herkes biliyor, zarların hileli olduğunu/ herkes parmaklarını çapraz yapar yuvarlarken/ herkes biliyor, savaşın bittiğini/ herkes biliyor, iyi adamların kaybettiğini/ herkes biliyor, dövüşün hileli olduğunu/ fakirler fakir kalır, zenginler zenginleşir/ hep böyle gider/ herkes biliyor" Evet aynen öyle, herkes her şeyi biliyor. Ama herkes susuyor.
Siz de her şeyi biliyor ve .......sunuz!.. Ne diyeyim ki.
Ben, bir çoğunuz gibi bugün düşünüyor ve üzgünüm.
Üzgünüm çünkü:
René Descartes "Cogito, ergo sum/ Düşünüyorum, öyleyse varım" sözünü ettiği 1637 yılında yazdığı "Metot Üzerine Söylevler" yapıtında, düşünmenin yollarını şöyle sıralıyordu:
"Açık seçik ve belirgin fikirler dışında hiçbir şeyi kabul etmemek.
Her sorunu çözümü için gerekli sayıda parçalara ayırmak.
Düşünceleri basitten karmaşığa doğru sıralamak.
Gözden kaçmış bir şey olup olmadığını sürekli kontrol etmek"
Bütün bunları yaptıktan sonra da, Duyuların bazen insanları yanılttığını, aldattığını, buna göre de hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını varsayarak, her şeyin sorgulanması gerektiğini yazmıştır.
İlkel toplumlarda her şey güzeldi. Çünkü, herkes için önce kendisi vardı. Ama zamanla her değişti, hatta gelişti, toplum ve kuralları oluştu. Bu da, toplum içinde yaşamanın kolay ve zor yönlerini ortaya çıkardı.
Oysa bireysellikten çıkıp, toplumsal, birlikte olmak ne güzeldir. Bu bir aşk, bu bir sevdadır. Bu bir insan ve insanlık sevdasıdır. Yazık ki yüzlerce yıldır, Nazım Ustanın Şeyh Bedrettin destanında dediği gibi olamadık, yapamadık:
""Hep bir ağızdan türkü söyleyip/ hep beraber sulardan çekmek ağı, /demiri oya gibi işleyip hep beraber, /hep beraber sürebilmek toprağı,/ ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,/ yarin yanağından gayrı her şeyde/ her yerde/ hep beraber!/ diyebilmek için…"
Üzgünüm; bencilleşildi, yalnızlaşıldı, kişiliksizleşildi. Ama nereye kadar?