BİR SİNANDAN BİR SİNANA
Nedense bazı sözleri sık sık kullanıyorum, bu kıtlıktan değil; daha güzelini, anlamlısını okuyup, duymadığımdan dolayı sanırım.
Şimdi anlatacaklarımı şu sözlerden daha iyi nasıl anlatabilirim ki!
Üstelik bu yalnız benim için değil, sanıyorum dünyanın bir çok insanı için de geçerli. Söz Afrika yerlilerinin bir sözü olduğuna göre:
“Aslanlar kendi hikâyelerini yazmadıkça, avcıların (kendileri için anlattıkları) hikâyelerini dinlemek zorundayız. (zorundalar)”.
Bu topraklarda yaşayan bir kişi olarak, sosyal, siyasal ve toplumsal olaylara duyarsız olamıyor, kalamıyorum. Bunu bir beklenti için değil, düşüncem, kişiliğim ve dünya görüşümden dolayı yapıyorum.
Bildiğim, katledilen, öldürülen, yok edilen iki SİNAN var.
Birisi, çocukluk yıllarımın, 20'nci yüzyılın SİNANI, diğeri de olgunluk çağlarımın, 21'inci yüzyılın SİNANI!..
Zaman içinde her şey değişiyor da, bu toprakların acısı hiç değişmiyor. Sabahattin Ali'nin ceseti yıllar sonra dağ başında bir kaya kovuğunda bulunuyordu.
Nazım Hikmet de, "Hayali gönlümde yadigar kalan,/ Bir yanım deryada çalkanır şimdi./ On beş mürşid ile boğulup ölen/ Bir yanım deryada çalkanır şimdi." deyip, Mustafa Suphi'ye ağıt yakıyordu.
Denizler, Mahirler ve daha sonrası niceleri. Neremize dokunursak kanıyor, neremizi sarsak bir başka yeri acıyor. Ne acı!..
Bu topraklar için Ahmed Arif, şu dizeleri döktürüyordu:
"Beşikler vermişim Nuh'a/ Salıncaklar, hamaklar,/ Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,/ Anadoluyum ben,/ Tanıyor musun?" Daha ne denilebilir ki!.. Her şeyi demiş ozan:
"Utanırım,/ Utanırım fukaralıktan,/ Ele, güne karşı çıplak…"
Acılar, 16'ıcı yüzyıl Anadolusunda bir başka çığlıktır:
"Ötme bülbül ötme şen değil bağım/ Dost senin derdinden ben yana yana/ Tükendi fitilim eridi yağım/ Dost senin derdinden ben yana yana ..... .... .......
Deryadan bölünmüş sellere döndüm/ Vakitsiz açılmış güllere döndüm/ Ateşi kararmış küllere döndüm/ Dost senin derdinden ben yana yana .... ..... ..... "
Peki bu bir dertten yanan, "dost senin derdinden, ben yana yana ....
Abdal Pir Sultan'ım doldum eksildim/ Yemeden içmeden sudan kesildim/ Zülfün kemendine kondum asıldım/ Halkımı sevdiğim için asıldım/ Dost senin derdinden ben yana yana".
Börklüce Mustafa'yı, Şeyh Bedreddin'i saya saya geliriz ama neye yarar ki, dün de, bugün de birer SİNANI kurban verdikten sonra.
Daha söylenecek söz var mı?
İyi de bundan sonra "sinan, sinan" deyip duracağım, bu "sinan" ne demek, önce "sinan"a bir tanım getirmem gerek:
Sinan: Arapçadan, dilimize gelerek TDK sözlüğünde kendine yer bulan, "mızrak" ve "süngü" demektir.
Tanıdığım olmasa da bildiğim ilk SİNAN, çocukluk ve gençlik yıllarımın SİNANI idi. SİNAN CEMGİL.
Peki bu Sinan kim idi:
Türk Barışseverler Cemiyeti üyeleri olarak, Menderes Hükümetinin TBMM kararı olmaksızın Kore'ye asker göndermesini, “Komünistler Moskova'ya!" bağırışları arasında protesto eden;
Kurtuluş Savaşında Muğla Kuvâ-yi Milliye örgütünün başkanlığını yapan Erzurumlu Cemal Bey'in oğlu;
Öğretmen Adnan Cemgil ve Öğretmen Nazife Cemgil’in, ODTÜ Mimarlık öğrencisi, 15 Kasım 1944 doğumlu oğulları idi.
Amerikan destekli ve teşvikli 12 Mart 1971 Darbesi ile tutuklanan arkadaşları Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idamlarını engellemek için, Kürecik’te bulunan NATO Radar Üssü’nü basmaya giderlereken öldürülmüşlerdi.
Diğer Sinan ise, SİNAN ATEŞ idi. Onun da, içeriği ve özü farklı olsa da, benzer bir öyküsü vardı.
Baba Musa Ateş de, 12 Eylül 1980 öncesi vurulmuş bir Ülkücü idi. Ülkücü çevrede yetişmiş ve Ülkü Ocakları Genel Başkanlığına da, kendisinden önceki Başkan Olcay Kılavuz'un, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin "görevden ayrılın" isteği üzerine görevini bırakmasından sonra, başlamıştır.
1999-2000 yılları arasında bu görevi yürütmüş, ancak bir iktidar ortağı Milletvekilinin tavrı ve sözlerine tepki göstermiştir.
Süreç içinde kendisinin de, bu görevden ayrılması istenmiş ve Hacettepe Üniversitesindeki akademik görevine devam etmiştir.
Her gün yeni bir bilgi ve gelişmenin olduğu bu süreç, gerek ülkücü camia içerisinde, gerekse de çok geniş toplum kesimleri içerisinde dalgalanmaya ve çalkantıya sebep olmuştur.
Arapça kökenli "Sinan" sözcüğünün anlamı "süngü" ve mızrak" idi.
Evet ya, ne ilginç rastlantı, ismin anlamı, SÜNGÜ ve MIZRAK!..
Bir savaş süreci içinde olmadığımıza göre, "süngü" ve "mızrak" anlamına gelen SİNAN ismi ve kişilik bulduğu SİNANLAR, acaba bu toplumu, milleti yattığı GAFLET UYKUSUNDAN uyandırmak mı istemişler ve bedelini de canları ile ödemişlerdi.
Her ikisine de şükran borcumuzu bildiriyorum.
Yaktıkları ışık ve bıraktıkları mızrak ve süngü ile halkımızı uyanık tutup, daha güzel günlere yol alırken, anıları önünde eğilip, onları saygı ve rahmet ile anacağız!..