Oysa bugün "1 Kasım" idi, 1 Kasım 1922'de ki Saltanat ve Halifelik birbirinden ayrılarak, Saltanatın kaldırılmasından ve Halifeliğin yetkileri dinî konularla sınırlı tutularak sürmesinden,
Cumhuriyetin ilanından sonra, Büyük Millet meclisinin, Türkiye BMM olmasından, 3 Mart 1924'de Halifeliğin Kaldırılmasından ve aynı gün çıkan EĞİTİM BİRLİĞİ YASASINDAN söz edecektim.
İçimden gelmedi.
Bu bir umutsuzluk falan değil, insan bir ömür boyu Cumhuriyet ve Cumhuriyet değerleri ve Laik, sosyal hukuk devleti için çalışıp da sonunda, karşında olanların örgütlü olmalarının verdiği güçle, istedikleri hedefe ulaşmalarından,
Birlikte olduğumu sandıklarımın hiç umurunda olmamandan, hatta onların böyle bir dertlerinin bile olup olmadığının bile belli olmamasından dolayı insan, çok üzülüyor, yoruluyor.
Elbette ki demokrat olmak, bu bedelleri ödemeyi de göze almaktır. Ve doğrudur da. Ama, bu konuda belki bir çoğunuzun pek şaşıracağı birisin, bir sözü aklıma geldi.
Yıllar önce Turgut Özal Cumhurbaşkanı; bir toplantı için gittiğim Başbakanlık ek binasının toplantı sonlarından birinde, resmi toplantının bitiminde bir şeyler tartışılmaya başlandı; Turgut Özal'ın kardeşi Yusuf Bozkurt Özal, Milletvekili olsa da, bürokrasiden (DPT Müsteşarlığı) geldiğinden, o da katılmıştı toplantıya.
O zamanlar ANAP iktidarda ama, Bürokrasi devlet adamlığını bilenlerden, ANAP'a yakın olsa da önceliği DEVLET, MİLLET ve HALK olanlarla doluydu. Ve Devlet her şeye karşın bir koruma altındaydı.
Elbette ki yolsuzluklar, usulsüzlüklerden söz ediliyor ve şikayetler çoğalmıştı. Her ne kadar başka bir konu için yapılan toplantı bitmiş ise de, konu döndü dolaştı bu yolsuzluk ve usulsüzlüklere geldi ve eski bürokrat arkadaşları, kendisinin bu konularda ki tavrını bildiklerinden, Milletvekili de olan Yusuf Bozkurt Özal'a neden yeteri kadar mücadele etmediklerini sordular ve eleştirdiler.
Yusuf Bozkurt Özal gözlüklerini düzeltti, masanın etrafında ki koltuğunda derin bir nefes aldı ve hüzünlü bir sesle, Cumhuriyet Öğretmeni olduğunu söylediği Annesi Hafize Özal'ın kendilerine verdiği bir nasihatı anlattı.
"Arkadaşlar, söylediklerinize söyleyecek sözüm yok. Bir çok yerde haklısınız. Ama sizlere rahmetli Annem bana: 'Oğlum, doğru ol, dürüst ol ve bunlarla savaş', diye nasihat etti."
Üzgün, gözlük camları altında ki gözleri buğulu bir şekilde;
"Ama, tek başına da mücadele et demedi ki!.."
Ben, o gün toy bir bürokrat olarak pek bir şey anlamasam da, onu tanıyan herkes sustu, hak verir şekilde, saygıda kusur etmeden ayağa kalktılar, Başbakanlık ek binasının çıkış kapısına kadar da uğurladılar.
O toplantı ve sözleri, bürokratik yaşamımda hep kulağıma küpe oldu. Oy verdiğim partilerin iktidarlarında bile yapılanları görünce, siyasilerin söylemleri ile uygulamaların ne kadar farklı olduğunu;
Siyasetin finansmanın, kamu olduğunu ve bunu da herkes kendi yandaşları ile organize ettiğini görünce, bazen bana yetkili olduğum yerlerden bazı şeylere neden müdahale etmediğim sorulduğunda;
"Devletin namusu bana emanet değil ki, ben kendi vicdani ve yasal sorumluluğum ile çalışanlarımın görevleri gereği yasal uygulama ve sorumluluklarından, sorumluyum" derdim.
Hele hele bu güne gelince ise, Devlet?, Görev?, Sorumluluk? Hak getire. Kamu artık tutanın elinde kalır olmuş.
"Çökme" sözcüğünü, devenin çökmesi, "ıh ması" olarak bilirdim; meğer, kamunun gücünü eline alanın, ya da "gücü, gücüne yetenin" olduğu bir yerde de olurmuş, Sedat Peker'den öğrendim.
Diyanet İşleri Başkanın, en öndeki şeriatçı, devlet düşmanı olarak bilinenlerin söylemlerini bile aratır konuşmalar yaptığı bir günde, Biz hangi devletin, hangi saltanatının kaldırılmasından söz edeceğiz ki!..
Ben neyin kutlamasını yazayım ki?
Siz bile duymazlıktan, görmezlikten gelirken bile.
Evet, benim de Annem-Babam, Hafize Öğretmenin dediği gibi dedi. Tek başına değil, dediler.
Bir de küfür edecek kadar haklı ol. Çünkü, birisinin Anasına sövmek için, kendi anana güvenmek gerekirmiş!..