Devlette, Devlet Adamı Kıtlığı Olur mu?
Önce, Hindistan'dan Makedonya'ya kadar büyük bir İmparatorluk kuran ve "Dile benden ne dilersen" diyen Büyük İskender'e (M.Ö.356 -323) bile "Gölge etme başka ihsan istemem" diyen;
Elinde feneriyle sokaklara düşüp, ortalıkta "Adam arıyorum adam!.." diye bağıran, ünlü Kinik filozof Romen Diyojen (M.Ö.412-323) ile başlamış olalım söze.
Bilginin ve erdemin günlük insan yaşamlarında çok öneliyken, bu bir devlet yönetimi için olduğunda ise, çok daha önem kazanır.
Öyle bir devlet, Cumhuriyet düşünün ki küllerinden doğsun. Yedi düvele karşı dirensin. İlk ve tek anti-emperyalist bir devlet kurarak, dünyaya baş tutsun ve bugün bile bir çok ülkenin yapmaya çalıştığı uluslaşma sürecini, 1920'lerde, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir" diyerek başlatsın.
Günümüze gelmeden önce, tarihimizde Osmanlı'nın son dönemlerine bir göz atarsak, "Kaht-ı rical", "Devlet adamı kıtlığı" gibi bir dönemi ve süreci görürüz.
Burada sözü edilen "kıtlık" bir yokluk ve yoksulluktan öte, yönetimi belirleyenlerin niteliksizliği ve beceriksizliğidir.
Bu süreç, sonunda Osmanlının dağılıp, parçalanıp yok olmasına kadar varıyor. "Düyûn-ı Umûmiye" ile birlikte Osmanlı Devleti, 1883'te tütün ve tuz tekeli yönetme yetkisini yabancı sermaye ve emperyalist devletlerin temsilcileri Reji idaresi veriyor.
Mustafa Kemal Paşa bile 16 Mayıs'ta Samsun'a gitmek için, İstanbul'da İngiliz Komutandan izin almak durumunda kalıyor.
Öyle ki, Osmanlı'nın "devlet adam kıtlığından" neler çektiğini en sert sözler ile Padişah Üçüncü Mustafa şöyle dile getirir:
"Yıkılupdur bu cihan sanma ki bizde düzele / Devleti çerh-i denî verdi kamu müptezele / Şimdi ebvâb-ı saâdette gezen hep hazele / İşimiz kaldı hemân merhamet-i lemyezele".
(Dünya yıkılıyor, bizim zamanımızda düzeleceğini sanma. Alçak felek/ kader/ talih, devleti aşağılık adamlara verdi./ Şimdi yönetim kapılarında hep bu adiler dolaşıyor./ İşimiz artık Allah'ın merhametine kaldı.)
Dönemin bir Padişahı bile bunları söylerken, başka söz ne gerek.
Şu bir gerçektir ki, ne bilmediğini bile bilmeyen ama ülkeyi tek adam olarak yönetenler, çevrelerinde devleti , işi ve yönetimi bilen kişileri pek istemezler.
Onlar, çevreleri ile birlikte kendilerinin aldığı kararları "kitabına uydurup" hemen ve etkin bir biçimde uygulamayı tercih ederler.
Bu nedenle, tek adamların etrafları yavaş yavaş boşalır.
Uzun yıllar devlet yönetiminde yetişmiş insanlar, deneyimli kişiler bile yavaş yavaş ya kendileri bu yapıdan uzaklaşırlar.
Kimi zaman da "hainlikle damgalanıp, çevreden uzaklaştırılırken, çevrede "Evet efendimciler" ile baş başa kalırlar.
Oysa devlet kurumsal bir yapıdır. İktidarlar ise, devletin bu kurumsal yapılarını, kendi bilgi, deneyim ve ideolojileri yönetirler.
Her ne kadar geçmişte de devletin, imparatorluğun ya da krallığın başında Kral, Sultan, İmparatorlar olsa da, mutlaka yetkilerini dinsel ya da ekonomik bir güç ile paylaşmak zorundadır.
Osmanlı'da Şeyhülislam, Hristiyanlarda Papalık gibi.
Günümüzde ise bu ülke içinde askeri, ekonomik, feodal güç odakları ile paylaşılmakta, buna da OLİGARŞİ denilmektedir.
Özellikle feodal dönemde yönetsel güç, askeri ve dinsel güç odaklarınca kullanılır ve iktidar paylaşılırdı.
Uluslararası sömürgecilik ile birlikte, kapitalizmin emperyalist hegemonyacı ve yayılmacı tavrı ile lobicilik faaliyetlerini de derinleştirmiş, süreç sivil toplum örgütlerinden, siyasi partilere kadar demokratik ilişki görünümünde, siyasi ve yönetsel etki kullanmaya kadar varmış ve süreç yönetilmeye başlanmıştır.
Devlet, her türlü ekonomik, sosyal ve siyasi olanağını, yönetime hakim olan gücün emrine tahsis eder. İşte bu nedenle sendikaların, emekçi kesimlerin siyasete uzak durmamaları gerekmektedir.
Devlet yönetmek, hem siyasi bir çabayı hem de açık açık söylenmese de bir ideoloji gerektirmektedir.
Her ekonomik ve sosyal tabanın siyasi temsilinin temelinde ideoloji vardır. İdeolojinin doğru anlaşılması ve kullanılması ise kişilerin ve toplumların bilinç düzeyleri ile doğru orantılıdır.
Günümüzde bir ülkede yaşayan yurttaşların yönetsel temsili, siyasi partiler ile olur. Siyasi partiler de devlet yönetimine aday kuruluşlardır. O yüzden kişilerin ve kitlelerin siyasi tercihlerinde doğruluk ve yerindelik, hem kişilerin hem de devletlerin gündelik yaşamlarında olduğu gibi, uzun vadeli devletlerinin var ya da yok olması ile de doğrudan ilgilidir.
İlk örneği Osmanlı Devletinde verdim ama, elbette Osmanlının çöküşünü yalnız "Kaht-ı rical"e (niteliksiz yöneticilere) bağlamak doğru değildir. "Devlet adamı kıtlığı" gibi bir süreç yaşanmaya başlanmış ise, yönetime seçerek, seçilerek dahil olan herkes de bu sürecin sorumlusu olmuştur.
Çünkü niteliksiz yöneticiler bir sebep değil, bir sonuçtur.
Osmanlıda "Devlet adamı kıtlığını" yaratan sebeplerin başında da Şeriat hükümleri ile yönetilmeye çalışılan bir devlet ve Tarım Toplumundan, sanayi toplumuna geçemeyen, sanayi devriminden yeterince habersiz Padişahlık rejimidir.
Bu siyasal ve ekonomik geri kalmışlık ile birlikte, yönetim ve eğitim alanlarında ki yetersizlikler de, devletin yok olmasında etkin rol olmuştur.
Sözü Mehmet Akif Ersoy ile tamamlayalım:
"Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarihi 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?"
SİZ CE!..