BİLİMSEL DÜŞÜNCE

Neden Cumhuriyet?

Cumhuriyet nedir?

Klasik tarifi, sayfalarda kaladursun da, biz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesini oluşturan Cumhuriyetten ne anladığımızı, farklı bir bakış açısıyla ifade edelim; Cumhuriyet, kendi içinde birçok devrimi barındıran bir hayat biçimi, yaşama biçimi olarak anlaşılmalıdır. Bu anlayış ve kavrayışla Türk milletine sunuldu.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimini bu bakış açısına göre düşünmek gerek...

Şu hususlar sorgulanmalıdır; niye harf devrimi yapıldı?

Niye kılık kıyafet evrimi yapıldı?

Niye hukuk devrimi yapıldı, neden medeni kanun çıkarıldı?

Neden maarif devrimi yapıldı?

Neden tek yasaya dayalı eşit vatandaşlık hakkı?

Neden “kul” değil de birey, “ümmet” değil de millet olma isteği?

Bunları iyi anlamak gerek, cumhuriyeti anlamak için...

 

**

Sevr ve Lozan haritalarını kıyaslamak

 

Mustafa Kemal Atatürk, tüm bu soruların cevabını bulacağımız cumhuriyet devlet sistemini kurdu ve “buyurun sahip olun” dedi.

Pekâlâ, kime karşı bu savaşı kazandı?

Dışta Batı emperyalizmine, içte karanlık kafalara karşı…

Her fırsatta Batı emperyalizmi “Sevr”i çağrıştıran isteklerde bulunabiliyor...

Sevr uygulandı mı, uygulanmadı mı, tekrara gündeme gelebilir mi tartışması bile yapılıyor...

Önce şu hususta anlaşmalıyız; Sevr, bir iki yılda olup biten bir olay değildir; 100 yıllık ön çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmış bir sonuçtur.

Osmanlıyı parçalayıp paylaşmak için on yıllarca plân ve strateji örgüsü yapıldı, tuzaklar kuruldu, avlar için ağlar örüldü…

Sonuçta hedefe varıldı...

Koca dev imparatorluk paylaşıldı; 364 maddelik bir antlaşma ile paylaşım teyit edildi; belge Paris’in banliyösü Sevr’de imzalandı...

Peki, Sevr uygulandı mı uygulanmadı mı?

Kimilerine göre uygulanmadı, kimine göre de uygulandı!

Bize göre de uygulandı!

Neden mi?

Sevr antlaşması “meclis ve padişahın onayından geçmedi” diye uygulanmadığı iddia ediliyor; bu, doğru değil, şöyle ki; imzadan hemen sonra, 12 Eylül de, İzmir resmen ve törenle Yunanlıların yönetimine devredildi, bu bir.

Kapitülasyonlar yeniden yaygınlaştırıldı, bu iki.

Posta-telgraf idaresi, İstanbul sular idaresi, Devlet Demir Yolları yabancıların elinde kalmaya devam etti, bu üç.

Osmanlı idaresi dışarıdaki memurların maaşını ödüyordu, o da kesildi, bu dört.

Ordu dağıtıldı, silahlar teslim edildi, bu da beş...

Daha pek çok benzer şeyler...

Sevr uygulanmadı de daha ne olsun ki?

Neymiş, padişah imzalamamış!

İmzalayacak hali yoktu ki; çünkü Osmanlı meclis kapatılmıştı, mebuslar Malta’ya sürülmüştü...

Ardından Anadolu’da kutsal mücadele başladı; İstiklal Savaşıyla emperyalistlerin hevesleri kursaklarında kaldı...

Şimdilerde Türkiye üzerinde oynanan oyunları iyi görmek ve anlamak için, çok basit bir önerim olacaktır; Sevr ile Lozan’ın farkını iyi anlamak için, her iki antlaşmanın sonucunu yansıtan haritaları yan yana koyup kıyaslamak ve düşünmek...

O zaman, eğer kalemler ve beyinler uşaklık mukavelesi imzalamamış ise, gerçeği görebileceklerdir…

O zaman düşmanın nereden geldiği bilinir, Atatürk’ün ve İstiklal Savaşının kıymeti daha iyi anlaşılır...

 

**

Milli heyecan

 

Kurtuluş Savaşından sonra devlet çok fakirdi, fakat tertemiz bir vatan vardı... Bugünkü gibi yabancılara satılmış kurumları, kiraya verilmiş beyinler yoktu…

Yol yok, liman yok, uçak yok...

Bir tek tuğla fabrikası bile yok...

En önemlisi bunları yapacak ne usta, ne mühendis, ne müteahhit, ne öğretmen, ne sanatçı, ne bilim insanı vardı...

Köprü yıkıldığı zaman Belçika’dan mühendis gelirdi...

Türk müteahhit tarafından yapılmış ilk Cumhuriyet binası, Ankara yakınındaki “Kayaş istasyonu” binası...

Yapılan her yeni bir yapı, büyük bir heyecanla, bayram havasıyla ve törenlerle açılıyordu; herkes heyecanlı; ilk kez Türkler tarafından başarılmış bir iş olduğu için herkes gururlu idi...

İstanbul’un sular idaresi; posta-telefon idaresi yabancıların elindeydi...

 

**

Borçlanmadan kalkınmak

 

Millet fakir, fakat çalışkandı, azimliydi, milli heyecan vardı, bağımsız olmanın, vatandaş olmanın özlemini, sevincini sindiriyordu içine...

“Kul” olmaktan kurtulmuştu, yurttaş olmuştu, yurtsever olmuştu...

Millet olmuştu…

Yunan Anadolu’dan kovulduktan sonra geriye 10 bin civarında yakılmış-yıkılmış ev bıraktı... Bunların hepsini vatandaş kendisi yaptı, onardı...

Geriye, yakıp yıkmış olduğu 2000 den fazla cami bıraktı; bunları da Cumhuriyet idaresi sessiz-sedasız yeniden yaptı-onardı; siyasi malzeme yapmadan, istismar etmeden, din ticareti yapmadan, laikliğin erdemliliği içinde bunu yaptı...

Cumhuriyet döneminde kalkınma hızı %10, sanayileşme hızı %20, bunlar dünya rekoru işler...

Devletin en fakir döneminde dahi DDY millileştirildi; Osmanlı borçları ödendi...

Devletin tek kuruş dış borcu yoktu...

Her yapılan eser Türklerindi, bunun anlamı şuydu; “Anadolu bizim yurdumuzdur” demekti...

Bu toprağın sahibi “Türklerdir” demekti...

“Biz bu yurdun sahibiyiz” demekti...

Tek kuruş borç almıyor Cumhuriyet idaresi, kredi tekliflerini ret ediyor...

Ne İMF den ne de Dünya Bankasından kredi alınarak!

Her şeyi kendisi üretiyor, dışa bağımlı değildi...

Şimdi ise, alınan dış borçlara ödenen haftalık faizle 50 okul, 50 hastane, 50 kültür merkezi birlikte yapılır...

Atatürk’ün aklı yok muydu ki yabancı sermayeyi getirsin de kullansın?

Borç para alsın IMF den, Dünya Bankasından?

Ülkenin milli bir ekonomisi, milli bir maliyesi yoksa o ülke bağımsız değildir.

Bugün ne durumda olduğumuzu siz düşünün lütfen...

“Emret başkanım” deyip, kirli okyanus suyunu millete şırınga eden “uydu” kadroların egemenliğindeki bir ülke değildi...

 

**

Çağdaşlaşmak ana hedef…

 

Cumhuriyet çağdaşlaşma rejimidir...

Çağdaşlaşmak mecburiyeti vardı; Atatürk bunu yaptı; çağdaşlaşarak Ortaçağı yendi! Yeniçağa doğru koştu…

Atatürk hep çağdaşlığı, çağdaşlaşmayı, hatta onun da üzerine çıkmayı hedef olarak gösterdi... O’nun yolundan ayrılırsak, çağdaşlaşmaya devam etmezsek geri gideriz, tekrar Ortaçağa döneriz...

Bugünlerde “yeni Osmanlılık” hikâyeleri duyuyorum; şayet doğruysa, Osmanlının Kanuni dönemine değil, olsa olsa son batış dönemine döneriz!

Onun için çağdaşlaşma sürecinde fren olmaz, geri durulmaz...

Bilimde, sanatta, düşüncede, teknikte çağdaşlığı yakalamak gerek; milli kültürünü, dilini, gelenek ve folklorunu koruyarak çağdaşlaşmak gerek...

Gelişerek değişmek gerek; gelişmeden değişirsen, geri kalmış mahallenin ileri gitmiş sosyetik kızı gibi olursunuz!

Onun için cumhuriyetin değerini iyi anlamak gerek, Atatürk’ü iyi anlamak gerek; çünkü cumhuriyet demek insan olmak demektir, yurttaş olmak demektir, birey olmak demektir...

 

**

 

Tek yol eğitimli toplum…

Cumhuriyet kurulduğunda halkın eğitimi için şehirlerde “Halk Evleri”, kasabalarda “Halk Odaları” vardı...  Şehrin belli yerlerinde “Halk Kürsüleri” vardı. Bu kürsülere isteyen çıkar düşüncelerini anlatır, konuşurdu; kimisi şiir okur, kimisi hikâye, kimisi nutuk atardı...

Halk evlerinde insanlar tiyatro oynardı, münazara yapardı, edebiyat ve şiir geceleri düzenlerdi... Böylece halkın eğitimi gerçekleşirdi, bunların hiç birine Cumhuriyet idaresinin müdahalesi olmazdı, vatandaşa hükümetin siyasi müdahalesi olmazdı... Kimse bunu hissetmez, aklına bile getirmezdi...

Özellikle “Halk Evleri” insanları uygarlığa çağırırdı...

 

**

 

Okullarda tek tip önlük giydirme konusu da siyasi malzeme bile yapıldı o zamanlar; işin aslı şuydu: okullarda çocuklara tek tip yakalık, önlük giydirilmenin sebebi, fakir insanların yırtık pırtık elbiseleri görünmesin diye, fakir aile çocukları mahcup olmasın, fakirlikleri anlaşılmasın, herkes en az görünüşte eşit görünsün diye giydirilirdi... Yoksa birilerinin dediği gibi “tek tip insan yaratmak” amacını taşımazdı. Bunu yazan ve söyleyen iyi niyetli olamaz...

 

**

Milliyetçi olmaya mecburuz

 

Onun için mutlaka milliyetçi olmamız lazım, Türk milliyetçisi olmamız lazım...

Yanlış algılanıyor, ya da öyle empoze ediliyor; milliyetçilik ırkçılık, soy-sop ayırımcılığı demek değildir; ırka, soya dayanan bir anlam-anlayış değildir...

Milliyetçilik yurtseverliktir...

Yabancılar bu duyguyu gençliğine aşılar, kendileri adına, milletlerinin geleceği bunu gerekli hisseder, görürler...

Bir Fransız’ın, bir Alman’ın, İngiliz’in yurdunu sevmediğini, milliyetçi olmadığını göremezsiniz...

Fakat bizim milliyetçiliğimizi istemezler, bunu yasaklamaya kalkarlar, AB aracılığıyla!

Atatürk’ün resimlerine bile tahammülleri yoktur...

Milliyetçiliğin bizde bitmesini istiyorlar...

Buna da müsaade edenler, bu zihniyeti taşıyanlar şayet başımızda idareci olurlarsa, suç bizim; onları biz oylarımızla seçmişiz...

O zaman “yazıklar olsun bize” dememiz gerek!

 

**

Milli değerlerin korunması

 

Milli değerleri korumak gerek; kültürümüzü, tarihimizi, dilimiz bilmek ve güçlendirerek, geliştirmek gerek...

Bilimde, sanatta, resimde, müzikte, insan haklarında evrenselliğe evet, ama milli değerlerin erozyona uğramasına, yozlaşmaya, yabancılaşmaya hayır demeliyiz...

Onun için Batı emperyalizmin ne olup olmadığını iyi anlamak gerek, tanımak gerek...

Dünü bilmeden bugünü anlamak, yarını kestirmek mümkün olmaz, dünü bilmeliyiz ki bugünün doğrusunu, eğrisini bilebilelim...

 

**

Emperyalistler Atatürk’ü sevmez

 

Emperyalistler Atatürk’ü zoraki kabullenirler, fakat sevmezler; çünkü onların hevesleri olan “Türk’ü Anadolu’da boğmak ve yok etmek” emellerine mani oldu; heveslerini kursaklarında bıraktı; onun için sevmeler...

Atatürk sevgisini, Türk milliyetçiliğini zayıflatmak için Kemalist doktrinden vazgeçilmesini isterler; buna, AB şampiyonu siyasiler de alet oluyorlar; Atanın sınıflardaki, resmi dairelerdeki, her yerdeki resimlerine, heykellerine bile tahammülleri yoktur...

Milliyetçiliği, yurtseverliği zayıflatılmış, yok edilmiş bir toplumu sömürmek, yönetmek çok daha kolay...

Emperyalistlerin hedefi her zaman böyle olmuştur, böyle olmaya devam edecektir...

Bizim görevimiz, düşmanı iyi tanımak, birlik ve bütünlük içinde çağdaşlaşma yolunda devam etmek, çalışmak, çalışmak, pek çok çalışmaktır...

 

rdemir@akdeniz.edu.tr

www.r-demir.com

Yayın Tarihi
03.03.2010
Bu makale 3323 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Kayıtlı Yorumlar
Sayın Amudiye katılmıyorum. Şiddet devri bitti ise ABD nin ırakta işi ne? Türk milleti hiçbir şantaj ve terör'e teslim olmaz.Bunca şehit Apo nun istekleri yerine getirilsin diyemi verildi.Verdikçe PKK nın ve Öcalanın istekleri bitecekmi ? Dış güçlerin bu senaryolarına bu millet birgün dur diyecek .Böyle biline!Saygılarımla.

Mehmet Çiller 02.04.2010

KÜRT MESELESİ’NDE “TÜRKİYE ÇÖZÜMÜ” “Kürt siyasetinin, Türkiye vizyonu çerçevesinde, demokratik siyasi mücadeleye yapabileceği önemli katkılar vardır.” “Çözüm sürecinde rol alabilecek aktörler; TBMM, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve genel olarak toplumsal iradedir.” Bugün Türkiye’de Kürt meselesinin çözümü tüm boyutlarıyla tartışılmaya devam ediliyor. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e yüz yılı aşan süreçte, “güvenlik” sorunu olarak algılana gelen, hesaplanamayan maddi ve manevi kayıplara, acılara mal olan bir meselenin, bölgesel ve küresel bağlantılar içerisindeki yerinin günümüzde daha açık şekilde görülebilir oluşu, aslında çözüm için uygun şartları da hazırlamaktadır. 20.yüzyılın “ulus-devlet” ve “millet” yaratma sürecinde yaşanan acılar ve verilen mücadeleler üzerinde insanlığın kazanımları olan evrensel değerlerin şekillendirdiği paradigmalara göre, düşünce ve uygulama bütünlüğünü üretebilecek çalışmalardan sonuçlar alınabileceğini görebilmeliyiz. Bu noktada, insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü, çoğulculuk, adalet, eşitlik gibi kavramlar dünyasını “vicdan” ekseninde insan için, tüm toplumlar için hayata geçirmeye çalışan sistemin düşünce ve uygulama boyutları içerisinde çözüm modelleri aranabilmelidir. Süreçlerin ortaya çıkardığı kayıplara ve büyük acılara rağmen, Kurtuluş Savaşının kazanılmasında ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasında ortak iradeyi ortaya çıkaran ve bu ülkenin gerçek sahipleri olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları içinde Kürtlerin eşit olarak aldıkları yerin öneminin tekrarlanmasının yararlı olacağını düşünüyorum. Yaşanılan ve devam etmekte olan sorunlar ve acılar, Türkiye’de birlikte yaşama iradesini ve bütünlük ruhunu hiçbir zaman değiştirememiştir. Dolayısıyla çözümün en önemli temel unsurunun, bu ortak iradeye kazandırılması gereken “demokratik zihniyet” olmalıdır diye düşünüyorum. Türkiye demokrasisinin yetersizliği içinde Kürt aydın ve siyasetçilerinin kurumsal yapılar oluşturamamaları, 1980’lerden itibaren de PKK’nın silahlı baskısıyla çoğulcu, demokratik gelişim sürecine devamlılık kazandırılamayışı, Kürt meselesinin çözümünde ve silahlı hareketinin sonlandırılması şartlarının yaratılabilmesinin yanı sıra Türkiye’de demokrasi mücadelesine verilebilecek çok önemli katkıların ortaya çıkışını engellemiştir. AB sürecinin kazanımları, Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunun talepleriyle gelişmekte olan demokrasi standartları, meseleye Türkiye demokrasisinin nitelikleri ve derinliği ile bağlantı kurularak yaklaşılması zihniyetinin şekillenme sürecinin yaşanmakta olduğunun söylenilmesi yanıltıcı olamayacaktır. Bu şekillenmede görülen önemli eksikliklerin, ihtiyaç duyulan dinamizmin gerçekleştirilebilmesi için, başta BDP olmak üzere, Kürt aydın ve siyasetçilerine ve bir bütün olarak Kürt demokratlarına çok önemli görevler düşmektedir. Çağımız, demokratik olmayan zihniyet ve yöntemlerin dışlanarak, demokratik siyasetin şekillendireceği mücadeleye güç kazandırılmasını zorunlu kılmaktadır. Kürt siyaseti, bugün Türkiye’nin demokrasi mücadelesinin etkili öncülerinden birisi olabilme şansına sahiptir. Türkiye’de yaşayan sağduyu sahibi herkes de, bunun beklentisi içerisindedir. Dolayısıyla Kürt siyasetinin, Türkiye vizyonu çerçevesinde, demokratik siyasi mücadeleye yapabileceği önemli katkılar vardır. Kürt sorununun Türkiye’nin demokratikleşme standartlarının yetersizliğinden kaynaklandığı kabul edildiğinde, çözüm sürecinde rol alabilecek önemli ve öncelikli aktörler; TBMM, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve genel olarak toplumsal iradedir. 26 yıl gibi, nesilleri etkileyen çok uzun bir süreçte, yaklaşık 40 bin insanın ölümü, on binlercesinin yaralanması ve sınırsız mağduriyetlerin baş sorumlusu olarak gösterilen PKK’nın, Türkiye toplumunun büyük çoğunluğu üzerinde yarattığı olumsuz psikolojik sonuçlar ve hukuki-meşru olmayan örgütsel kimliği sebebiyle, resmi muhatap olarak kabul edilebilmesinin mümkün olmadığını, BDP ve Abdullah Öcalan dahil herkes bilmektedir. Ancak, PKK’nın şiddete son vererek silah bırakması, silahlı gücün mensuplarına uygulanacak hukuki koşulların düzenlenmesi, bu düzenleme içerisinde lider kadronun yeri, rehabilitasyon ihtiyaçlarının karşılanması gibi düzenlemeler için de devletin dolaylı olarak da olsa Kandil ile temas kurması, dünya pratiklerinde de yaşanan deneyimlerdendir. Burada dikkatleri çekmek istediğim önemli bir husus da şudur: Abdullah Öcalan’ın medyaya yansıyan açıklamalarında da görüldüğü gibi, BDP’nin demokratik sistem dışı, hukukun üstünlüğü ilkeleriyle bağdaştırılamayan hiçbir illegal, yasalar dışı örgütler ve hareketlerle bağlantısının olmaması hususu, meşruiyetin ve toplumsal güvenin önceliklerindendir. SON SÖZ… PKK-İmralı-Kandil üçlüsü, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu “güven” yaratıcı adımların atılmasında oynayabilecekleri rollerin yaratabileceği sonuçları, çok geç kalınmadan değerlendirmek durumundadırlar. Silahın ve şiddetin kullanma tarihi bitmiştir. Artık kan ve gözyaşıyla yol almak mümkün değildir. Zaman, silah ve şiddeti kutsamak değil, demokrasi, diyalog ve barışın ipine sımsıkı sarılma zamanıdır. Nail Amudi

nail amudi 01.04.2010

Teşhisleriniz çok doğru. Bizim başımızdakiler bizi çıkarsız ve adam gibi yönetseler, bizim ne AB ye ne de A.B.D ye ihtiyacımız olur. AB nin tek amacı ,Türk halkını milli duygularından,Atatürk ve devrimlerinden arındırıp ele geçirmektir. Artık ülkeleri ele geçirmek için savaşlara da gerek yok . Tüm varlıklarını satın alıp elini kpolunu bağlarsın olur biter. Saygılarımla.

Mehmet Çiller 04.03.2010

Yazara Ait Diğer Makaleler

ÇOK OKUNAN

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!