Necip Fazıl unutuldu mu diye sorsam, ilk tepki gösteren kişi yine Necip Fazıl olurdu. Yattığı yerden kalkmasa da gece rüyama girer, “Hiç unutulur muyum? Bunu bilmeyenin alnında ahmak yaftası asılıdır” diye hiddetlenir, bana kâbus yaşatır, kan ter içinde uyandırırdı.
Necip Fazıl adı birçok insanın zihninde keskin çakının taze söğüt gövdesinde açtığı yara kadar derindir. Necip Fazıl adı ister olumlu ister olumsuz, pek çok kişinin belleğinde kazılıdır. Necip Fazıl; adıyla, düşüncesiyle, eserleriyle iki, üç kuşakta entelektüel bellekten, toplumsal hafızadan silinip kaybolacak çatapatlardan değildir. O, gökyüzünün ışıltılı yıldızları arasındadır. Görmüyorsak kusur bizimdir. Başımızı kaldırıp bakacak kadar tembel olmasak ya da mahçup… O, fikir ırmağının yansımasıdır, fikir çağlayanının gümbür gümbür vuran sesidir.
Necip Fazıl’ın adı değil ama onun öncelediği, idelocyasının ilmeklerini oluşturan fikirleri ve önerileri unutulalı çok oldu. Necip Fazıl’ın kendi ifadesiyle, kitapları artık gardropta, naftalin kokuları arasında nefes almak için çırpınıyor. Kitapları hâlâ raflarda duruyor olsa da okuyanı kaldı mı?
“Adamını Kayırmak”
Liyakat, Arapça kökenli bir kelimedir ve yakışma, layık olma demektir. Kubbealtı Sözlüğüne göre ise liyakat, yetenekli, başarılı, ehil, işe yatkın anlamındadır. Günümüzde en çok kullanılan kelimeler arasındadır. İktidarın eleştirildiği konuların başında, liyakatsiz kişilerin önemli makamlara getirilmesi vardır.
Necip Fazıl, liyakat konusuna 80 küsur yıl önce dikkat çekmiş. Sıkıntılı yıllar... İnsanlık, İkinci Dünya Savaşı ile sınanıyor. Almanya, beş ay sonra Polonya’yı işgal edecek ve dünya ateş topuna dönecek. O günlerde Necip Fazıl, “Adamını Kayırmak” başlıklı bir yazı ile gündemde. Bugüne ışık tutan önerilerle, uyarılarla bezeli bir yazı. (Tarih, 29 Mart 1939 veya 4 Nisan 1939. Çerçeve, sayfa 71-72’den alıntı)
“Adamını kayırmak” tabirinin ifade ettiği vakıa isterse yaşamasın, bu tabir yaşıyor ya! Doğru, bu tâbir yaşıyor ve benim neslimin gözünü açtığından beri, hiçbir zaman ve mekânda bu kadar keskin, canlı ve açık nefes alamamış gibi yaşıyor. Mademki yaşıyor, o halde gerisinde aynı derecede keskin, canlı ve açık bir vakıa var. Benim bu vâkıayı çözmeğe, iplik iplik ayıklamaya, göz önüne sermeye harcanacak vaktim yok. Merak eden sorar, arar, öğrenir, bakar, dikkat eder, görür. Beni meselenin dallarıyla yaprakları değil, kökü alakalandırıyor.
Şimdi birdenbire dönüp size hiç beklemediğiniz bir şey söyleyeyim:
Ben iktidar mevkiinde olsaydım yalnız ve yalnız adamımı kayırırdım. Edebiyat iktidar mevkiinde adamımı, ticaret iktidar mevkiinde adamımı, ilim iktidar mevkiinde adamımı, devlet iktidar mevkiinde adamımı, yalnız adamımı.
Çünkü benim mezhebimde liyakat evvel, dostluk sonradır. Yıllardır kavgasını yaptığım veçhile, nasıl kafa bünyemde ruh evvel madde sonra geliyorsa, herhangi bir kıymet tevcihinde de liyakat evvel, dostluk sonra.
Ezelî ve ebedî varlık davasında “Ruh mu evvel, madde mi?” meselesi, nihayet ortaya koyduğu iki ihtimalden her birine bağlanması mümkün bir muammadır. Fakat adamımı kayırmak hâdisesinde “liyakat evvel, şahıs münasebeti sonra” düsturu, kundaktaki çocukların bile takdir edeceği doğruluk.
Onun içindir ki hangi iş şubesinde olursa olsun, bu düsturun hesabını verebilecek salâhiyet sahiplerine, cemiyetten açık kart:
İstediğiniz kadar adamınızı kayırabilirsiniz! Elverir ki kıymet tevcihinizde “her şeyden evvel şahıs münasebeti” kanunu meydana çıkmasın.”
Necip Fazıl, “Tanrı Kulundan Dinlediklerim”de de, adam kayırmayı, menfaat hırsı, dalkavukluk, samimiyetsizlik gibi olumsuz hallerden sayar.
Ekonomide, eğitimde, tarımda, neredeyse her konuda öyle uygulamalara şahit oluyoruz ki, “Akıl alır gibi değil. Bu kadar da olmaz ki!” demekten kendimizi alamıyoruz. Ama her şey, her gün daha da can sıkıcı hale gelmeye devam ediyor.
Liyakatsizlik, çürümüşlük halinin toplumun burun direğini kıracak kadar havayı kirleten kokusudur. Kalitenin göz ardı edilmesidir. Kirliliğin sebeplerindendir. Halkın kanının emilmesidir, asalaklığın iktidar desteğiyle yaşatılmaya çalışılmasıdır. Emek ve alın terinin gaspıdır. Kul hakkının daniskasıdır. Liyakatsizlik can çekişme halidir, halkın nefes borusuna yabancı cisim kaçırmaktır, bozulmadır, kokuşmadır, çürümedir. İsraftır, savurganlıktır.
Liyakat, devlet adlı dev organizmanın aksamadan çalışması için gerekli bellektir. Liyakat, sadece devlette değil, çarşıda pazarda, bağda bahçede, sporda siyasette, kültürde sanatta, medya ve mimaride, toplumun her kesiminde gerekli olan can suyudur. Liyakat kandır, nefestir, havadır, sudur. Liyakat etiket değil, birikimdir, kazanımdır.
Kırk yıla yakın bana ve aileme ekmek yediren mesleğime bakıyorum da, şimdilerde gazeteci ve yazar adı altında para kazananları görünce, liyakatin ne denli gerekli olduğunu derinden hissediyorum. Ne yazık ki, liyakatsizleri eleyecek elekler de liyakatsizlerin elinde. Bir liyakatsiz dişçi yüzünden elli yıldır çene ağrısından muzdaribim. Bir düşünün; her alanda liyakatsizliğin kol gezdiği bir toplum, hangi ağrılarla, kaç yıl kıvranacaktır!
Kaptanın Sırrı
Yılların kaptanıydı. Sabah ilk işi, kasasını açıp, çıkardığı bir kâğıt parçasına dikkatle bakmak olurdu. Sonra o kâğıt parçasını yerine koyar, kimseye emanet etmediği anahtarıyla kasayı kilitlerdi.
Tayfalar hep merak ettiler, o kasadaki kâğıt parçasında ne yazdığını. Define haritası olduğunu söyleyenler olurdu ve çoğunluk buna inanırdı.
Kaptan bir gün ölüverdi. Tayfalar başına toplandı. En kıdemli tayfanın ilk işi kaptanın boynundaki anahtarı almak oldu. Kasayı açtı, sararmış kâğıt parçasını çıkardı. Yüksek sesle okudu. Kâğıtta tek cümle yazılıydı:
“Sancak sağ, iskele sol. Sakın karıştırma.”