İstanbul…
Bir sabah ezanında uyanan şehir…
Martı sesinde özlem, vapur dumanında hayal, Arnavut kaldırımlarında tarih…
Üzerine filmler yapılan, şarkılar, şiirler yazılan şehir…
Bu şehir sadece bir yer değil; bir ruh, bir hafıza, bir kimliktir.
Biz İstanbul’u çok sevdik. Belki de fazla…
Ama sevgi, korumayı da gerektirir.
İstanbul yıllar içinde büyüdü, büyüdükçe tanınmaz hale geldi. Bu şehri severken onu savunmayı, büyürken yön göstermeyi ihmal ettik. Gözümüz gibi baktık ama göz göre göre harcadık. Şimdi elimizde kalan şey, tarihinden, coğrafyasından, hatıralarından çok daha ağır:
Çöküşe hazır, plansız, kimliksiz bir yapı yığını.
RANTLA BÜYÜYEN AMA KENTLEŞEMEYEN ŞEHİR
İstanbul’da uzun süredir kentleşme değil, rantlaşma yaşanıyor. Kamu yararı değil, kısa vadeli kazanç önceleniyor. Kentsel dönüşüm, riskli bölgeleri değil; yüksek kazançlı semtleri hedef alıyor. Bu yaklaşım, İstanbul’un sadece estetik dokusunu değil, yaşamsal direncini de yıkıyor.
Projeler yukarıdan aşağıya iniyor; halk katılmıyor, uzmanlar dinlenmiyor. Oysa bir şehir, birlikte yaşanılarak kurulur. Kopenhag gibi şehirler, halkla birlikte karar alıyor. Viyana, sosyal konutu bir devlet politikası haline getirmiş. Barselona, sahillerini halka açarak beton değil, nefes üretmiş. Bizdeyse deniz manzarası, ancak yüksek duvarların arkasında görülüyor.
BİR FELAKET GÖZ GÖRE GÖRE GELİYOR
Ve bütün bu çarpıklıkların gölgesinde, büyük bir gerçek her gün biraz daha yaklaşıyor: Deprem!
İstanbul’un büyük kısmı, 1999 öncesi, riskli yapı standartlarında inşa edildi. Bugün milyonlarca insan, gece yatağa yattığında bile toprağın altındaki fayın insafına teslim. Ve yıllardır uzmanların uyarılarına rağmen, somut, bilimsel bir seferberlik hâlâ yok.
Kobe, 1995 depremini yaşadı, dersini aldı. Binaları güçlendirdi, halkı bilinçlendirdi. San Francisco, 1989’dan sonra şehir planlamasını yerle bir edip yeniden inşa etti.
İstanbul?
İstanbul’da ise bir “imar barışı” adı altında ölüme davetiye çıkarıldı. Depreme dayanıksız yapılar devlet eliyle affedildi. Bilim, popülizme yenildi.
Bu sadece bir afet riski değil, ulusal güvenlik sorunudur.
İstanbul Türkiye’nin kalbidir. Ekonomik, kültürel, toplumsal merkezi burasıdır. Bu şehir çökerse, Türkiye sadece binalarını değil; moralini, direncini ve istikrarını da kaybeder.
BU ŞEHİRİ YAŞATMAK, BU ÜLKEYİ KORUMAKTIR
İstanbul artık sadece bir şehircilik sorunu yaşamıyor. İstanbul, bir beka kriziyle karşı karşıya. Deprem, sadece doğanın değil; siyasi tercihlerimizin, ihmalimizin ve umursamazlığımızın bir sonucudur. Felaketin sebebi fay hattı değil; öngörüsüzlük, suskunluk ve beton aşkıdır.
Oysa bu şehir bir mucizedir. Her köşesinde bir efsane, her semtinde bir geçmiş saklıdır. Bu şehir, doğru ellerde tekrar bir umuda dönüşebilir. Ama önce onu ranta değil, halkına teslim etmeliyiz. Bilime, şeffaflığa ve kamusal faydaya inanan bir anlayışla yeniden kurmalıyız.
YÖNETİCİLERİN VİCDANINA SESLENİYORUM!
Merkezi Hükümet ile Yerel Yönetim arasındaki çekişme, hizmetin değil hırsın yarışı haline gelmiş durumda. Vatandaşa dokunacak her adım, “kim yaptı” sorusuna sıkışıyor. Yerel yönetim bir park yapmak istese, merkezi hükümet engel oluyor; hükümet bir proje sunsa, belediye tepkiyle karşılık veriyor. Oysa yol da bizim, su da; hizmetin sahibinin önemi yok. Bu kavga halkın zamanını, kaynaklarını ve umudunu tüketiyor. Yönetim, iş birliğiyle yücelir; restleşmeyle değil.
Milletin feryadı ise açık: “Biz hizmet beklerken siz kavga ediyorsunuz; arada kalan hep biz oluyoruz.”
Çünkü İstanbul’u yaşatmak, sadece bir şehri kurtarmak değil; bir milleti ayakta tutmaktır.
Çünkü İstanbul’un kaderi, Türkiye’nin kaderidir.
Başka İstanbul Yok!
Kaynak: https://strasam.org/yazar/arastirmaci-yazar-oktay-iyisarac