Ezginin Günlüğü’nün 1996’da Ebruli albümünde yer alan söz ve müziği Nadir Göktürk’e ait “Fayton” adlı şarkı, “Biz faytona ne zaman bindik, en son ne zaman / Şapkası sünnet, gözleri cennet hocam, o zaman.” diye başlar. Sahi siz faytona en son ne zaman bindiniz?
Yörelere göre fayton veya payton olarak kullanılan sözcük Yunan mitolojisinden hayatımıza girmiş. Anlamı, parlak, ışıltılı demektir. Mitolojideki Phaeton (payton) güneş tanrısı Helios’un oğludur.
Fayton, öndeki iki tekerleği küçük, arkadakiler büyük olmak üzere dört tekerlekli ve körüklü bir binek aracıdır. Fayton kelimesinin aslı Fransızca olan phaeton’dur. Fayton ilk kez M.Ö. 2800’lü yıllarda Mısır’da kullanılmış. Anadolu topraklarına gelmesi için binlerce yıl geçmesi gerekmiş. Fayton, Abdülmecit’in saltanatı zamanında kullanılmaya başlanmış. Arkası kapalı ve saraya hizmet için kullanılan faytonlara kupa deniyormuş. II. Mahmut her yere faytonla gidermiş. Zaten o yıllarda faytonlardan başka araç yokmuş.
Arkaya Kırbaç
Faytonlar mahalle meydanından geçerken, biz çocuklar sinsice yaklaşıp, faytoncuya belli etmeden arkasındaki körük çukuruna yakın dingile oturur, birkaç dakika hem keyif hem heyecan yaşardık. Körüğün arkasına saklanma oyunumuz uzun sürmezdi. Mutlaka biri faytoncuyu uyarırdı:
-Arkaya kırbaç!
Bu sözün anlamı çok açıktı. Eğer atik davranmazsan değdiği yeri yakan ve iz bırakan meşin kırbacın zehirli yılan gibi dili sizi bulurdu. Faytoncuların kırbacının boşa gittiği vaki değildi. Kırbaç, havada keskin bir ıslık çalar, hedefini 12’den vururdu.
Faytonun arka körüğünden hatırımda kalan deri kokusudur. Hangi tür deri kullanılır, nasıl bir işlemden geçerdi, bilmiyorum ama derilerin kokusu hoşuma giderdi.
Durakları Bile Vardı
Şehirlerde faytoncu çoktu. Fayton durakları bile vardı. Faytonların kümelendikleri, müşteri bekledikleri, sürücülerin lafladığı yerlerdi oralar. Meşin kullanan, deriyi kumaş gibi işleyen saraçların işleri iyiydi.
1970’li yılların başında bir sihirli kırbaç şakladı, faytonlar ve atlar kaybolup gittiler. Faytonların kümelendikleri yerlerde önceleri birkaç taksi boy gösterdi. Sonra bir sihirli anahtar döndü, taksilerin sayısı fayton sayısını ona katladı. Deri, meşin, körük, at kokusu bir hafif rüzgara kapılıp dağılıverdi. Araba tekerleri, at nalı, fayton kornası, yem keseleri, saman torbaları, at yellenmesi, at kişnemesi sesleri de bir daha dönmemek üzere şehre veda edip gökyüzüne çekildiler.
Unutulmuş Ne Varsa Anılardan Geri Kalan
Sonra ne oldu derseniz, hep olanlar oldu. Faytonların başına gelenler de aynı oldu. İşlevi biten her şeyi hemen hayatımızdan çıkarır, hatırlamamak üzere unutulmuşluğun çukuruna gömeriz. Eski faytonların demir aksamı hurdacıya gitmiştir, ahşapları yakılmıştır. Ya meşin körükler? Hangi depolara atılıp, o güzelim kokuları çürümüşlüğün akıbetini tatmıştır? Ve koşum takımları, süslü yem torbaları, fayton kornaları , fayton fenerleri…
Faytonları hatırlayıp atları unutmak olmaz. Fayton atları genellikle koyu al renkli olurdu. Yani bütün kılları, kuyruk, yele, bacaklar dahil esmere çalan koyu kırmızıydı. At kestanesine çalan kırmızı veya tarçın renkli al donlu atlar da vardı. Faytonun önünde oturanların mutlaka hatırladıkları bir koku vardır: Biri, atların kendi kokusu, teri, diğeri yellenmelerinden kaynaklı ağır ve kötü kokudur.
Fayton, edebiyatta da birçok sanatçının geniş yer verdiği bir araçtır. Charles Dickens’in “İki Şehrin Hikayesi” adlı muazzam romanı ile Sabahattin Ali’nin “Gramofon Avrat” hikayesindeki faytonlara, hangimiz kaçak yolcu olarak binip diyaloglara kulak vermedik?
Gramofon Avrat
Sabahattin Ali’nin aynı adlı öyküden filmi çekilen ve Türkan Şoray’ın başrolde olduğu Gramofon Avrat, Konya’dan kesitler sunar, oturak âlemini gözler önüne serer. Gramofon Avrat’tan aklımda kalan en belirgin sahne güzeller güzeli kara kaşlı kara gözlü, sürmeli ve utangaç Cemile’dir. Bir de Cemile’ye delice aşık faytoncu Murat’ın faytonudur.
Yılmaz Güney’in Umut’u
Yılmaz Güney’in Cabbar adıyla canlandırdığı Adanalı faytoncunun yoksul dünyasının anlatıldığı, Türk sinemasının başyapıtlarından, “Umut” filmini nasıl unuturuz? Otomobilin çarptığı atın öldüğü sahne, Cabbar’ın o anki hali ve fayton gözümün önündedir. Tuncel Kurtiz’in canlandırdığı Hasan karakterinin paraya ilişkin değerlendirmesi filmin en etkili sahnelerinden biridir.
Umut filmi belgeseldir, 1970 Türkiye’sine Adana’dan bakıştır. Son faytoncuların belgeselidir, yoksulluğun, çaresizliğin filmidir. Filmin başına gelenler, sansür olayları ise yine o yılların Türkiye gerçekleridir. Umut, senaryosuyla, rejisiyle Yılmaz Güney’in en güzel eseridir.
Yılmaz Güney, “Umut” filmi ile neyi amaçladığını şu şekilde anlatmış:
“Gelişen şartların yok etmek zorunda olduğu bir adamı ele almak istedim. Arabacı yok olacaktır. Küçük üretim yok olacaktır. Bir şeyler yok oluyor, yok olurken bir takım insanlar da proleterleşiyor. Proleterleşmek zorunda. Bu sadece arabacı değildir. Küçük bakkaldır, terzidir, tamircidir, küçük toprak sahibidir. Umut’un umutsuzluğuna gelince, aslında umutla umutsuzluk iç içe yaşar. Umut, umutsuzluğun ürünüdür. Umutsuzluk da umudun bir sonucudur.”
Bir Tel Kopar…
Heyhat! Her şey değişir, dönüşür ve yerini bir başka şeye bırakır. Söz yazarı, müzisyen Nadir Göktürk “Rüya” adlı eserinde şöyle der:
“Bir kuş uçar, gökyüzünde süzülür.
Bir çocuk bütün oyunlara yazılır.
Bir gül kokar tüm çiçekler ezilir.
Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir.”
Yahut Necip Fazıl Kısakürek’in söylediği gibi:
“Ne kervan kaldı, ne at, hepsi silinip gitti,
İyi insanlar iyi atlara binip gitti."
Biz yine başa dönelim. Ezgi’nin Günlüğü’nün o güzel şarkısına kulak verelim:
“Biz ne zaman büyüdük, en son ne zaman?
Çocuklara yasaklar koyduk, ne zaman, ne zaman?
Biz ne zaman öldük, işte o zaman.
Adam olduk, sevdalanmayı unuttuk hocam
Adam olduk, sevdalanmayı unuttuk hocam.”