“Bir payitaht daima payitahttır.” Benim okumalara doyamadığım en kıymetli yazarım Ahmet Hamdi Tanpınar, böyle söylemiş. Bu veciz sözü Beş Şehir adlı kitabında Konya’yı anlatırken kullanmış.
Tanpınar, Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’u anlattığı deneme türündeki klasik eserinde tamı tamına şöyle yazmış:
“Bir payitaht (başkent) daima payitahttır (başkenttir). Ne kadar susturulursa susturulsun yine konuşur.”
Yüzlerce yazar şehirler üzerine denemeler yazmış. Bunların hiçbiri Tanpınar’ın Beş Şehir’inin yanına bile yaklaşamamış. Mümkün mü Tanpınar’ın cümlelerindeki büyülü ifadeleri yakalamak? Onun cümle içindeki her kelimesi mücevherdir, usta elinde işlem görmüş pırlanta hükmündedir. Tanpınar, kelimeleri ait olduğu yere göre seçen bir sadekar, bir sedefkardır.
Ahmet Hamdi Tanpınar, ikinci Beş Şehir’i yazacak olsa hangi şehirleri seçerdi? Bu sorunun yanıtını veremeyiz. Ama ben ikinci Beş Şehir yazılsa Edirne’nin yer almasını çok isterdim.
Kurban Bayramı öncesi Edirne’ye geldim. Buğday hasadı bitmiş. İç Anadolu ve Güneydoğu’da bu yıl kuraklık çiftçinin belini büktü. Çiftçinin ağıdını duymayan, gözyaşından haberdar olmayan kalmadı. Trakya’da ise bereket yılı. Bir dönümden (bir dekardan) 500-800 kilo buğday verimi alınmış. Haziran yağışları ayçiçeklerini de coşturmuş. Çeltikten de aynı verim bekleniyor. Tekirdağ-Edirne arasında binlerce dönüm arazide ayçiçek ekili. Bugünler ayçiçek tarlalarında çekim yapmak isteyen fotoğrafçıların beklediği günler. Trakya’nın sarı gelinleri tam seyirlik.
Bu yıl gurbetçi akını var. Edirne, Avrupa’ya kara ve demir yolu ile bağlantı sağlayan beş sınır kapısına sahip; Kapıkule, İpsala, Pazarkule, Uzunköprü ve Hamzabeyli. Bir ilde tam beş kapı. Böyle şansa can kurban. Bu kapılarda 24 saat hizmet veriliyor. Edirne-İstanbul, Edirne-Tekirdağ ve Edirne-Çanakkale karayolunda görülmemiş bir araç seli dikkati çekiyor.
Edirne’de ilk işim, tıraş olmak. Benim oğlanların berberine gitmek istiyorum. Onlar “Ayan abi” diyor. Ben “Ayhan” diye düzeltiyorum, itiraz ediyorlar: Ayhan değil, Ayan! Bayram öncesi yoğun olacağını düşünerek telefonla randevu alıyoruz. Berbere kendimi tanıtıyorum, “Ali Baki ve Hasan Sadi’nin babasıyım” diyorum. “Ben de Ayan” diyor. Kendi adının “H” harfini yutan bir Trakyalı. Çocuklar haklı. Ayhan değil, Ayan.
Arefe günü evden çıkıyorum. İlk görmek istediğim yer Selimiye. Evle Selimiye arası 1.5 kilometreden kısa. Edirne merkez nüfusu 180 bin. Ama şehirdeki kalabalığa ve hareketliliğe bakılırsa 2-3 milyonluk nüfusa sahip zannedersiniz.
Yol boyunca Osmanlı’nın en güzel camileri sıralı. Vakıflar, her yıl birkaç eseri elden geçiriyor. Hava çok sıcak. Mevsim normallerinin üzerinde. Selimiye’nin önüne kadar gidiyorum. Dört-beş yıl önce Selimiye’nin önündeki alanda kazı başlatılmıştı. Sonra ne olup bittiği muamma. Selimiye’nin yanıbaşında çirkin görüntü öylece duruyor. “Cumhurbaşkanlığı tarafından yaptırılacak.” sözü herkesin dilinde. UNESCO’nun Dünya Kültürel Miras Listesi’nde yer alan, Mimar Sinan’ın ustalık eseri Selimiye’nin çevresi acınacak halde. Geniş bir alan iğreti şekilde çinko çatı sacı ile çevrilmiş. Türkiye’nin derin yarasıdır, kanayan yarasıdır, dermansız hastalığıdır kıymet bilmemek, kıymet vermemek, işi yavaştan almak ve sürüncemede bırakmak. Türkiye’nin Dünya Miras Listesi’ne dahil edilen bir hazinesinin çevresine niye sahip çıkılmaz, akıl alacak gibi değil.
UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde 2021 yılı itibarıyla Dünya Miras Alanı olarak ilan edilen bin 121 miras yer almaktadır. Dünya üzerinde, her devletten seçilmiş bin 121 hazine! Bunlardan 845’i kültürel, 209’u doğal ve 38’i karma miraslardır.
Türkiye’nin bu listede 16’sı kültürel, 2’si karma olmak üzere 18 miras alanı bulunmaktadır.(www.unesco.org.tr). Tükiye’nin 2021 Dünya Mirası’na giren alanları listeye alınma tarihlerine göre; Kapadokya ve Göreme Millî Parkı, Divriği Ulu Camii ve Darüşşifası, İstanbul’daki Tarihi Yerler, Hattuşaş: Hitit Başkenti, Nemrut Dağı, Pamukkale ve Hierapolis Millî Parkı, KsantosLetoon, Tarihi Safranbolu Şehri, Truva Antik Kenti, Selimiye Camii ve Külliyesi, Neolitik Dönem Çatalhöyük Kalıntıları, Cumalıkızık Köyü, Bergama Antik Kenti, Diyarbakır Surları ile Hevsel Bahçeleri, Efes Antik Kenti, Ani Arkeolojik Alanı, Aphrodisias ve Göbekliepe’dir.
Bu ayrıntıyı verme nedenim, Selimiye Camii ve Külliyesi’nin önemini vurgulamaktır. Edirne’nin ciğeri kadar gündeme gelmese de mühim, pek mühim bir konudur.
Selimiye’nin önünde yıllardır fotoğrafçılık yapan Foto Şemsi’ye selam veriyorum. Trakya’da “H” harfinin kullanılmadığını esprili bir şekilde fon olarak kullandığı rengarenk panosunun önünde fotoğraf çektiriyorum. Foto Şemsi’ye, “Panodaki Edirne Atırası yazısı ve Selimiye’nin dört minaresini istiyorum.” diye tembih ediyorum. “Merak etme, bu iş benim işim” diyor. Birkaç kare çekiyor ve bana gösterip beğenip beğenmediğimi soruyor. Teşekkür ediyorum. E-posta adresimi veriyorum. Daha sonra bana iletiyor. Bu yazıda kullandığım fotoğraf Foto Şemsi’ye ait.
Selimiye’den sonra Eski Cami’ye geçiyorum. Mimari açıdan değil ama Edirne’de benim en beğendiğim cami burası. İçinde devasa hatlar var. Huşu, huzur, dinginlik ve ibadetin lezzetini sunan bir cami.
Sonra Saraçlar’a doğru geniş bir yay çizerek, çarşı, pazar turu atıyorum. Edirne, tarih, kültür ve gastronomi şehri. İlk günkü izlenimim gastronominin tarih ve kültüre fark atması oldu. Daha önce de bu durum dikkatimi çekiyordu. Ama arefe günkü turumda bundan kesinlikle emin oldum.
Edirne son yıllarda ciğeriyle öne çıktı. Çarşı içinde yüzden fazla ciğerci var. En meşhurları, Bahri Baba, Ciğerci Aydın ve Ciğerci Niyazi. Köftecileri, tavukçuları, hamburgercileri, dönercileri, balıkçıları, çorbacı, börekçi, pastacı ve simitçiler de hesaba dahil edilse binden fazla yemek yenilen mekan vardır. Saat 17.00-18-00 sıralarında gördüğüm manzara, ciğercilerin önünde sıra bekleyenlerin oluşturduğu kuyruklardı. Öğle için geç, akşam yemeği için erken bir saatti. Maske, mesafe mümkün mü? Müşteri sabırsız, çoğu uzun yoldan gelmiş ya da uzun yola gidecek.
Ciğerci Niyazi’ye uğruyorum. Boş masa yok. Tanıdığım eski çalışanlardan Nuri Savacı’ya soruyorum: Ne bu kalabalık?
“Şimdi biraz rahatladık. Haftalardır işler çok yoğun. Müşteri akını var. Gurbetçiler çok fazla. Gelenler, ‘18-20 saattir yemek yemedik’ diye söze giriyor. Edirne’de mola vermeden, yemek yemeden giden olmuyor” diye yanıtlıyor.
Kırkpınar daha birkaç önce bitti. Kırkpınar’ın coşkusunu ve beraberinde getirdiği ziyaretçi trafiğini bilirim. Otellerde yer kalmaz, Sarayiçi, Selimiye Camii civarı başta olmak üzere binlerce insan açık alanda uyumak zorunda kalır. Edirne’de eğlence eksik olmaz. Festival ve etkinlikler çoktur. Kakava Şenlikleri uluslararası üne sahiptir. Bocuk Gecesi de öyledir. Bunca etkinliğin yanı sıra bu yıl ilk kez Lavanta Günleri düzenlendi. Edirne Valiliği’nin düzenlediği Lavanta Günleri bir hafta sürdü. Pandemiden bunalan binlerce kişi, lavanta tarlalarına akın etti. Şarkılar söylendi, halaylar çekildi. Renk ve koku cümbüşü yaşandı. Edirne’nin zenginlikleri arasına ses ve renk unsurlarını eklemek gerekir. Camilerden dalga dalga yayılan ezan ve salalar bir yanda, klarnetten davul zurnaya müzik çeşitliliği bir yanda.
Peynirciler de ciğerciler kadar yoğun. Edirne Türkiye’nin peynir cenneti. Peynirin her çeşidini bulmak mümkün. Koyun, keçi, inek, ister kaşar, ister teneke. Damak tadınıza uygun peyniri mutlaka bulursunuz. Kırklareli eski kaşarı Mihaliç peyniri, Ezine’nin her çeşidi, İzmir ve Bergama tulumları... Geçtiğimiz yıllarda Edirne’nin ünlü markalarının satış yerleri ve kaliteli ürün satan birkaç şarküteri vardı. Şimdi onlarca peynirci açılmış. Şarküteri tabelası asan yok. Peynirci ama, tereyağı, zeytin, zeytinyağı, sucuk, pastırma ve tütsülenmiş et ürünleri, bal, reçel, helva çeşitleri, ezmeler, çeşitli soslar, baharatlar, yok yok.
Yeni açılan peynircilerden bazılarına girdim. Tadım yaptım, beğendiğim peynirlerden aldım. Manda yoğurdu bile buldum. Bayram öncesi kalmamıştır diye korkuyordum ama yeni gelmiş, bana da nasipmiş.
Bu kadar mı? Elbette değil. Kavala kurabiyesi, badem ezmesi, deva-i misk ile tanınan markaların hepsi Edirne’de. Her birinin her sokakta şubesi var. Aynı müşteri yoğunluğu onlarda da var.
Edirne’de kahvehane de çok, çay bahçesi de. Çarşıda asırlık ağaçların gölgesinde oturdum ve çay içtim. Bardaklar küçülmüş, öyle küçülmüş ki, içindeki çayı bir yudumda içebilirsiniz. Gözüme standart çay bardağının üçte birinden bile küçük geldi.
Henüz Tunca ve Meriç’e gitmedim. Geniş çay bahçelerinde oturmadım. Edirne’nin bir başka hazinesi olan Karaağaç’a da geçmedim. Bir başka yazıda buraları da anlatmak isterim.
Kırk yıl önce geldiğim Edirne, daha sonra memleketim oldu. Adamın birine “Nerelisin?” diye sormuşlar. « Henüz evlenmedim” demiş. Ya da Anadolu’daki yaygın söyleyişle “Hanımköylü” olunca her yıl birkaç kez Edirne’ye yolumuz düşer.
“Edirne’de tarih ve kültür turizmi yerini gastronomiye bırakmış” tespiti bana aittir ve birkaç saatlik gözlem sonucunda bende oluşan kanaattir. Somut örnek vermem gerekirse “Selimiye’de gördüğüm ziyaretçi sayısı (Cemaat demiyorum), ünlü ciğercilerin lokantalarının önündeki müşteri sayısından azdı. Belki bu konu, turizm sektörünün yeni yüzüdür. Anlamadığım meseledir ve araştırmaya değer niteliktedir.
Edirne’nin başkentliği nereden geliyor sorusu aklına takılan okuyucu için not: Osmanlı, Edirne’yi fethettiği tarihten (1361-1371 arasında), İstanbul’un fethedildiği 1453 yılına kadar başkent olarak kullanmıştır.