Hürriyet gazetesini herkes Erol Simavi’nin (E.S) ‘mal’ı sanırdı. Oysa öyle değildi. Hürriyet’in sahibi olduğuna inanan en az 500-600 kişi daha vardı. Aklınıza okurlar gelmesin. Bunlar, Hürriyet’te yönetici, muhabir, idari ve teknik personel, kalıpçı, matbaa işçisi, dizgici, şoför, dağıtımcı olarak çalışan emekçilerdi. Okurların sahiplenmesinden farklı bir tarzdı çalışanların sahipliği. Bu kadar çok sahiplenilen bir gazete elbette bir milyon tirajı görür, amiral gemisi olur, gazeteciler bu çatı altında çalışmak ister, manşetleri ses getirirdi.
Hürriyet, Türk basınının öncüsüydü; içeriği, sayfa düzeni, matbaası, teknik donanımı, çalışanlara sağladığı sosyal imkânlar ve ücreti ile rakipsizdi. Rakipleri sonra çıkacak ve Hürriyet onlara benzemek isterken kendi kimliğini ve özünü kaybedecekti. Erol Simavi de çareyi, canı kadar sevdiği gazetesini bir başkasının kucağına terk edip gitmekte bulacaktı.
Hürriyet’in E.S. Dönemi
Hürriyet’in, Erol Simavi ve Erol Simavi sonrası diye iki ayrı dönemi vardır. E.S. sonrası dönem Aydın Doğan’la başlar, günümüze kadar gelir. Hürriyet’in bugününü anlatmak gereksiz; çünkü o herkesin gözü önünde eriyen ve eridikçe küçülen bir buzdağından geriye kalan kütledir.
Hürriyet’in zirve yapışı E.S.’nin sahipliği dönemidir. Bu dönem, basında ilklerin yaşandığı tarihlerdi. İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana, Hürriyet’in ayaklarını sağlam bastığı dört büyük kentti. Buralarda matbaalar kurup gazeteler basılmış, haber merkezleri açılmıştı. Ben Hürriyet Ankara’da önce Rüzgârlı Sokak, sonra Cinnah Caddesi ve Çamlıca Mahallesi’ndeki tesislerinde çalıştım. Hürriyet’in sahiplerinden biriydim (!) Tıpkı diğer arkadaşlar gibi…
Çamlıca’da, Atatürk Orman Çiftliği karşısında Hürriyet tesisleri vardı. Matbaa, dağıtım, muhasebe, idare, yazı işleri, Hürriyet Haber Ajansı, Ankara ilave ekibi ve misafirhane buradaydı. Bilgisayarlar da ilk kez burada kullanıldı ve daktilolara burada veda ettik.
Bina çok büyüktü ve konforluydu. Duvarlarda Kandinsky ve Joan Miró reprodüksiyonları vardı. Aydınlatmalar ve masalar modern tasarımlardan seçilmişti. Türkiye’nin ilk ergonomik iş yerlerindendi. Rahmetli Belma Simavi, Nedim Demirağ ve Melih Yalman’ın ne çok emekleri geçmiştir. En üst kat çok genişti ve burası yazı işlerine aitti. O bölümde çalışanlar sayfa sekreteri olarak adlandırılırdı. Binanın iç mimarı, o günlerde Hürriyet’te çalışan ve şimdi bir başka gazetenin yazarları arasında yer alan bir arkadaşımızla evlendi. O binadan geçen gazeteciler arasında isimlerini hatırladıklarım arasında; Yaşar Sökmensüer, Ümit Sezgin, Okan Müderrisoğlu, İsmail Küçükkaya, Serdar Turgut, Fatih Çekirge, Devrim Sağıroğlu, Saygı Öztürk, Sedat Ergin, Hulki Cevizoğlu, Muharrem Sarıkaya, Yavuz Gökmen, Erdal Güven, Neşet Özmen, Tayfun Bayındır, Serdar Uluer, Meriç Enercan, Metin Sertoğlu, Erol Yaşar Türkay, Yusuf Kobal, Hakan Akpınar, Ümit Kozan, Kelime Ata, Soner Saygılı, Mustafa Yanık, Şehriban Oğhan, Nurettin Kurt vardır. Yolu Ankara’ya düşen yurt muhabirleri ise ona uğramadan memleketlerine dönmezdi.
Çiçeklerle Konuşurdu
O yıllarda, Hürriyet Ankara’da yazı işleri denilince akla tek kişi gelirdi: Yusuf Ziya Gedikli. Oysa birlikte çalıştığı nitelikli ve liyakatli sayfa sekreterleri vardı. Abdulkadir, Alaaddin ve Asım bunlar arasındadır. Yusuf Ziya Gedikli, Hürriyet’in sahipliğini kimselere bırakmazdı. Erol Simavi’den daha çok gazetenin sahibi oydu (!) İşini ve iş yerini öylesine benimsemiş ve sahiplenmişti.
Atatürk Orman Çiftliği’nin içinden Ankara Çayı geçer. Çayda sudan çok atık vardı, o yüzden iğrenç kokardı. Ayrıca sivrisinek yuvasıydı. Bazı yerlere sineklikler takıldı. Sıcak havalarda pencereleri açmaya korkardık, çünkü koku dayanılır gibi değildi. İstanbul yolunun tozu ve gürültüsü ise bir başka sorundu. Binanın konforu ile çevre koşulları tezattı.
Yusuf Ziya Gedikli’ye bu binada bir oda ayrıldı. Katın tamamı ayrıldı desek de yalan olmazdı. Öyle büyük bir alandı. Oda bir süre sonra seraya dönüştü. Kaktüsler, limonlar, yukalar, starliçeler, sarmaşıklar, orkide, antoryum, fil kulağı, mum, telgraf ve barış çiçekleri odayı ele geçirdi. Çiçeklerin sahibi Yusuf Ziya idi. Onların bakımını ve sulamasını da kendisi yapardı. Çiçekler çok güzel açardı, bakımları iyiydi ve yerlerini sevmişlerdi. Üst kat, seraya dönmüştü ve çiçek kokardı. Sonra o alanın bir bölümüne spor servisi konuşlandı. Hürriyet Haber Ajansı’nın Cinnah’tan Çamlıca’ya gönderilmesi ise ilginç bir olayın sonucudur, kahramanı Ertuğrul Özkök’tür ve heyecanlı bir öyküsü vardır.
İşe Adanmış Bir Ömür
Yusuf Ziya işe öğleyin gelirdi. Hep yorgundu. Öyle gözükürdü. Onu nasıl tarif edersin deseler, önce herkesten ve her şeyden şikayet eden kişidir derim. Bir de uykusunu alamadığı için yorgun gözükmesidir. Sabaha doğru eve gidip öğleye doğru işe geri dönen biri nasıl dinlensin, nasıl keyifli olsun? Yaptığı iş gece işiydi, Hürriyet’in gece sorumlusuydu. İşlerin en ağırıydı. Üstelik o, günün en az 15 saatini iş yerinde geçirirdi. Hep meşguldü. Heybetli bir yapısı vardı. Konuşmasıyla cüssesi uyumluydu. Tok sesliydi. Kısa cümleler kurardı. Herkese karşı mesafeliydi. Önünden çay eksik olmazdı. Sevdiklerine de çay ikram ederdi.
İş yerine gelir gelmez, çiçeklerine selam verir, onlarla konuşurdu. Yüzden fazla çiçeğin bakımını yapardı. Sonra sıra gazetelere gelirdi. Gazetelerin sayfalarını reklamlara kadar inceler, gözden kaçan başlık veya içerik hatası bulursa o gazeteden birkaç adedini kendi arşivi için ayırırdı. Köşe yazarlarının içerikleri de onun eleştirisinden nasibini alırdı. O gün kiminle konuşsa gazetedeki o hatalı haberi gösterir, gece boyunca ne çok haber değişiklikleri yaptığını vurgulaya vurgulaya anlatırdı.
“Anam, bildiğin gibi değil!” sözünü giriş cümlesi olarak kullanırdı. Konunun önemi yoktu. Gerçi gazeteye koyduğu haberlerden başka konuşacak lafı olmazdı. Her şeyi, işiydi. İşi elinden alınsa ölecek denilen kişilerdendi. Sadece futbola özel ilgisi vardı. Bölge sayfalarında spor haberlerine öncelik verirdi. Bugün yerel haber dediğimiz tür, o yıllarda yurt muhabirlerinin gönderdiği haberlerle bölge sayfalarında kullanılırdı. Ankara sayfalarında yapacağı değişiklikler için spor servisi yöneticileri ve muhabirlerle çok tartışırdı. Bazı yazarları sevmez, onların Hürriyet’te köşe sahibi olmalarından rahatsızlık duyardı.
Hatalı İşler Koleksiyoncusu
Hatalı başlık, eksik içerik, yanlış fotoğraf, dizgi veya matbaadan kaynaklı kusurlar başta olmak üzere, “imalat hatalı ürünler”in yer aldığı gazete ve ekleri yıllar boyunca biriktirdi. Niyeti bunları not alıp bir kitap yazmaktı. “Anam, bildiğin gibi değil. Neler var neler. Bunlardan müze açılır, müze!” derdi. Yurt muhabirlerinin gönderdiği zarflardan çıkan haber metni ve fotoğraflardan ilginç olanları saklardı.
Yusuf Ziya’nın, “Anam, bildiğin gibi değil” dediği ve kitap yazmayı düşündüğü konular kısa süre sonra basının hiç umursamadığı ve dikkate bile almadığı, normal kabul edilen işler arasına girmişti. Her yeni ekip, sosyolojik bir olgu olarak, kendi temiz sayfasını açıyor, kendi bildiğini yazıp çiziyordu. Zamanın ruhu kavramı yeni yeni gündeme geliyordu.
Yusuf Ziya ile Ankara’nın Kalecik ilçesinde yan yana ev yaptırdık. Emekli olunca Kızılırmak yakınındaki bahçeli ve müstakil evlerimizi kullanacaktık. Benim için öyle olmadı. Ben evi erken sattım, birlikte yaptığımız Kalecik yolculukları da sona erdi. O, gazeteleri ve biriktirdiği arşivini Kalecik’teki evine taşıdı. Günlerce evden çıkmayıp arşiv arasında vakit geçirdi.
Hürriyet’ten zorunlu ayrılığı üzüntüsünü arttırmış. Kalecik’e gidiş gelişi sıklaşmış. Bir ara Hacettepe Üniversitesi’nde medya derslerine girmiş. Kitap yazma hayalinden hiç vaz geçmemiş. Biz görüşmez olmuştuk. Hâlâ merak ederim, o canım çiçeklere ne oldu? Onları bırakmaya kıyamamıştır. Nereye götürdü? Şimdi o çiçeklere kim bakar?
Akdeniz’in Kahyası, Basının Duayeni
Yusuf Ziya, bir vakit yazdıklarından bir bölümünü Antalya’da yaşayan duayen gazeteci Erdoğan Kahya’ya göndermiş. Erdoğan ağabey ile uzun yıllar birlikte çalıştık. Yusuf Ziya’nın ölümünü sosyal medyadan Erdoğan ağabey duyurdu. Erdoğan Kahya, yazının bir bölümünde kendi duygularına yer verirken, Yusuf Ziya’nın gönderdiği bir iletiyi de paylaştı. Yazı bir hayli uzun. Ancak, bir döneme ışık tutması açısından çok önemli. Bu nedenle tamamını buraya bırakıyorum.
“Bu fani dünyadan bir Yusuf Ziya geçti.
Hürriyet Gazetesinin uzun yıllar Ankara Yazı İşleri Müdürlüğü'nü yapan Yusuf Ziya Gedikli'yi maalesef kaybettik.
Anadolu'da Hürriyet’te çalışan herkese önce verdiği değerle, sonra bilgeliğiyle öğrettikleri ile unutulmaz bir adamdı. Sırf Anadolu'daki gazeteciler bu mesleği sevsin, şevki kırılmasın diye çöpe atılan haberleri çıkarıp taşrada kullanırdı. Hürriyet'te bölge eklerinin başlamasını sağlayan mimardı. Ana gazetenin iç sayfalarına illerine göre sayfalar ekler, hem okura, hem de binbir emek vererek haber hazırlayan muhabirlere ışık olurdu. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun, yakınlarına ve camiamıza başsağlığı dilerim. Son görüşmemizde hazırlamakta olduğu, ancak basılamayan, oğlu Cumhur'a bıraktığı kitabında 1 Mayıs’ın yıldönümünde hazırladığı Hürriyet'le ilgili yazısını bana göndermişti. Yorumumu istedi. Usta bir gazeteciydi, haksızlığa tahammülü yoktu, dobra konuşurdu. Bu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim: Ruhu şad olsun.
Hürriyet
NİCE BİR MAYISLARA …
Yıllar ister istemez geçiyor. Gerçek o ki, izler bırakarak. Zaman içinde unutulmamasına katkı nedeniyle; meslek yaşamımdaki onca olaydan birkaçını sıralamakta kendimce fayda gördüm. Hürriyet haber kuruluşu olan Haber Ajansının adı 2 Mart 1975’den geçerli Hürriyet Haber Ajansı olarak değiştirildi. Gazete ikinci kez satılınca ajansın adı Demirören Haber Ajansı oldu. 1973’de Cumhuriyet’in 50. yılını kutlama girişimine Hürriyet kendi olanaklarıyla katıldı . 1973 aynı zamanda Hürriyet’in yirmibeş yaşını doldurduğu yıldır. 1 Mayıs 1973 günü tam sayfa yayınlanan bildirimde, Hürriyet’in 7 ilkesi şöyle açıklandı:
1- Demokratik düzene ve Cumhuriyet’e bağlı gazetedir,
2-Halktan yana gazetedir,
3-Korkusuz gazetedir,
4-Gerçek gazetedir,
5-Cömert gazetedir,
6- Hizmet eden gazetedir,
7-Yarının gazetesidir.
Hürriyetin’in neşri 1 Mayıs 1948... Başlığın soluna Türk bayrağının ilavesi; 8 Kasım 1949. Hürriyet’in Almanya’da baskıya girmesi 17 Nisan 1969. Hürriyet’in çıkışında 8 sütun olan sayfalar 1 Şubat 1969’dan itibaren 9 sütuna çıkarıldı. Bölge gazeteciliğini Hürriyet gerçekleştirdi. 1969’da 22 ayrı bölge için baskı yapan tek gazete Hürriyet’tir. Güneş doğmadan okuyculara ulaşan Hürriyet’in tirajı 1 Mayıs 1969’da bir milyonu aştı.
Evet,Türkiye’de günde bir milyon basan ilk gazete Hürriyet’tir. Hürriyet’te ilk toplu sözleşme 1969 yılı içinde imzalandı, çalışanlar yeni haklara kavuştu. Okuyucular, Maltepe Cezaevi’nden kaçanların haberini aynı gün (19 Şubat 1972) yıldırım baskı ile okudu. Faksimile (sayfa nakli) 1 Mayıs 1973 yılından itibaren devreye girdi ve gazete sayfalarının merkezden (İstanbul’dan) baskı yapılan matbaalara nakli sağlandı. Böylece hava ve karayolu çilesi sonlanmış oldu. Hürriyet’in 1970’de 50 kuruş olan fiyatı 13 Eylül 1971’de 75 kuruşa çıkarıldı. Bu fiyat 1 Eylül 1973 tarihinden itibaren 100 kuruş oldu. Yazar Ecvet Güresin 13 Haziran 1971’de Hürriyet yazı ailesine katıldı ve “Günün Yazısı“nı yazmaya başladı. Daha sonra kontenjan senatörü olan Güresin, 3 Mayıs 1975’de yaşamını yitirdi. Gökten yazar yağdığı günümüzde yazı yazmak kolay da olsa 47 yıllık fiili meslek yaşamımdan sonra; gazetecilik kimliğimle hissiyatımı özetlemeye çalıştım. Sizleri meşgul ve de rahatsız ettiysem bağışlayınız. Nice 1 Mayıs’lara.
Yusuf Ziya Gedikli”
Dışarıda Tipi, İçeride Gözyaşı
Yusuf Ziya’lı anılarım çok. Bunlardan birini paylaşmak isterim.
1990’lı yıllar. Karlı bir kış günü, Anadolu’nun büyük şehirlerinden birine birlikte yolculuk yaptık. Hürriyet Haber Ajansı Ankara Büro şefiydim. İstanbul’dan talimat gelmişti; o bölge müdürü hakkında şikayet vardı ve biz işine son vermekle görevlendirilmiştik. Bölge müdürü, Türkiye’nin en iyi muhabirlerindendi. Yüzlerce haberi manşete çekilmişti. İnsani vasıflarıyla da örnek alınacak bir meslektaşımızdı. Karıncayı incitmeye kıyamayan bir çelebi, bir beyefendiydi. Bir zaafı vardı ve o zaafı onu öldürüyordu.
Kaloriferleri yanmayan bir büroda onunla konuştuk. Onu görünce yüreğimiz sızladı. Sohbet ettik ve onun anlattıklarını duydukça ağlamamak için kendimizi zor tuttuk. Görevden alınmaması için karara vardık. Şehrin meşhur yemeğini bile yiyemeden yola çıktık. Dönüşte tipiye yakalandık. Tipi, bozkırın karlarını savururken, ikimiz de şimdi rahmetli olan o güzel meslektaşımızın haline ağlıyorduk. Yusuf Ziya’yı ağlarken ilk kez görüyordum. Belki o günkü gözyaşlarımızın bereketinden olmalı, o meslektaşımızın işine son verilmedi. Maalesef bir süre sonra Doğan grubunca önce benim, ardından da o arkadaşımızın işine son verildi.
O dönemler, sadece Hürriyet’te değil, her gazetede kıyım yaşandığı günlerdi. Yüzlerce kişi kapı önüne konuldu. Gazetecilik farklı bir kulvara girmiş, sitkom’lu ve iş takipçiliği dönemleri başlamıştı. Bazı değerlendirmelere göre, iktidarlara kafa tutma veya onlara destek çıkma haberciliğin önüne geçmişti. Köşeler, yazarların babalarının malı olarak görülüyordu. Bugünkü enkazın başlangıcı, o gün vurulan balyoz ve kazmalardı. Balyoz ve kazmaları tutan eller kendi kadrolarını bulmakta gecikmedi. Kimi milenyum dedi, kimi global, kimi keyif, kimi yenilik. İçlerinden “Ben Babıali'yi dölledim” diyeni bile çıktı. Yayın yönetmenlerinin altın çağı başlamıştı. Onlardan yükünü tutup meslekten erken kopanlar da oldu, direnip eski şaşaalı günlerini arayanlar da... Yurt muhabirleri gözden düşmüş, taşra haberleri gazetelerde kullanılmaz olmuştu.
Yardımseverdi, Kimseyi Geri Çevirmezdi
Yusuf Ziya’nın bir meziyeti de yardım sandığı gibi çalışmasıydı. Borç isteyen kimseyi geri çevirmezdi. Bir de hastane ve doktor konusunda herkesin ağabeyiydi. O yıllarda hastanede yer bulmak, doktordan randevu almak nerdeyse imkansızdı. O, ne yapar eder, doktora ulaşır, randevu almayı başarırdı. Bunları dillendirmez, büyük bir işi kotarmış edasıyla mutluluğu yüzüne yansırdı.
Bir dönem Hacettepe’de rektörlük de yapan Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Başkanı Prof. Dr. Uğur Erdener ile samimi arkadaştı. Kurtuluş Liseli ve Karadenizli olmaktan gurur duyardı. Oğlunu ve kızını çok severdi. Hürriyet’te birlikte çalıştığım Ercan San, Sungar Taylaner ve Yusuf Ziya Gedikli son bir ayda peş peşe kaybettiğim üç güzel insan oldu.
Yusuf Ziya, çok sevdiği ağabeyinin yanına gömülmeyi istemiş, Sarıyer sırtlarında toprağa verilmiş. Bir ay önce ise hayat arkadaşını, kıymetli eşini kaybetmişti. Bu yazıda kullanılan fotoğrafları oğlu Cumhur gönderdi. Cumhur, babasının can yoldaşıydı. Onu hiç yalnız bırakmadı. Ölümden döndüğü bir trafik kazasının ardından araç kullanmayan babasının ardından ona hem yol arkadaşı hem şoförlük yapan Cumhur’un acısı çok büyük. Kendisine baş sağlığı ve sabırlar dilerim.
Karadeniz’in yaylalarından kopup Ankara’da kök salan 81 yıllık bir yaşam. Bu fani dünyadan bir Yusuf Ziya geçti. Geride iki çocuk bıraktı. Bir de imalat hatalı gazete koleksiyonu. Kitabını yazmışsa da göremedi.
Bir basın emekçisinin ardından yazabildiklerim bunlar. Yusuf Ziya ağabeye rahmet dilerim, mekanı cennet olsun. Yusuf Ziya ağabey, gittiği yerden bir mesaj gönderme hakkı olsa eminim şöyle yazardı: “Anam, ölüm bildiğin gibi değil! Her nefis ölümü tadacaktır.”