Yaşamın başlangıcının, ilkel (ilk) göl ve okyanus suları içinde erimiş halde bulunan metan ve azot gazlarının doğal birleşimiyle doğduğu ve daha sonra yıldırım çakması gibi yüksek voltajlı elektrik ve mor ötesi ışınların etkisiyle daha karmaşık moleküllerin oluştuğu şeklindeki evrimbilimci iddialar, Dünya’nın ilk atmosferinde yeterince amonyak ve metan olamayacağının ortaya konulmasından sonra anlamsızlaşmış bulunmaktadır.
Üstelik, canlılığın ortaya çıktığı ileri sürülen bir “ilkin çorba” da sözkonusu değildi. “İlksel çorba, canlı organizmalardan çok kimyasal süreçlerce üretilen bir organik moleküller karışımıydı. Bu moleküllerin eski okyanuslarda, hatta küçük su gölcüklerinde biriktiği ve canlıların buradan ortaya çıktığı düşünülürdü. Şimdilerde öyle görülüyor ki, bu çorba hiç varolmamış olabilir(di).” (1). Varolmamıştı ama, varsayılarak yaşamın (canlılığın) ortaya çıkışı sorununa çözüm üretildiği iddiaları da ileri sürülegelmiştir…
Fakat artık, canlılığın ortaya çıkışı sorununu açıklamaya çalışan yeni modellerde kil’in (balçığın=çamurun) kilit rol oynadığı kabul edilmektedir. Yaşamın kökenlerini, inorganik katalizörlerin (kil=çamur) oluşturduğu melez moleküllere bağlayan kuramlar günümüzde ağırlık kazanmaya başlamıştır.
Yaşamın (canlılığın) ortaya çıkışı ile ilgili olarak bize sunulan modellerden çok daha farklı bir kuram ileri süren Glasgow Üniversitesi’nden A.Graham Caims-Smith, ilkin (başlangıçtaki) Dünya’nın yıkıcı morötesi ışınlarının zararlı etkisinden korunmaktan başka, biyopolimelerin yapıtaşlarının bir çeşit katalizöre de ihtiyaç duyacağını savunmaktadır. Smith’e göre (Scientific American-Haziran-1985), “...yaşamın ilk şekilleri olan ilkel (ilk) genlerin oluşumunu kil mineralleri sağlamıştır.” (2). Aldridge’e göre de, “..Graham Cairns-Smith kil temelli minerallerin her zaman alışılagelen durağan maddeler olmayabileceğini vurguluyor. Hayatın evriminde, ilkin çorbayla ilk karbon temelli hücreyi bağlayan, kil’in kilit rol oynadığı bir evre olabileceği düşüncesini geliştirmiş. Kil, hayatın üzerine kurulduğu karbonla aynı kimyasal grupta olan slikon elementini içerir....Hayatın yapıtaşları ona (Cairns-Smith’e) göre, bu katalitik kil parçalarının üzerinde birleşmiştir. Cairns-Smith, en son aşamada karbon temelli hayatın slikon temelli hayatın yerine geçtiğini savunmakta ve kilden DNA’ya geçişi genetik devralma (genetıc takeover) olarak adlandırmaktadır.” (3). Kaliforniya’daki Salk Enstitüsü’nden “..profesör Leslie Orgel (ise), kil üzerinde birleştirme yoluyla elde edilebilen tek bir gen’in protein desteği olmaksızın kendi örneğini yaratarak (oluşturarak) çoğalabileceğini göstermiş, dokuz birimli ADN zincirlerlerini birleştirmeyi başarmıştır.” (4). Hayatın jenetik (köken) maddesi olan ADN’nin killer üzerinde meydana gelebileceği ifade edilmiştir. “...ADN’i meydana getiren maddeleri, çekici bir özelliği olan çinko açısından zengin killer üzerinde meydana gelmiş olabilir.”denilmiştir (5). San Jose Eyalet Üniversitesi’nden (Kaliforniya-ABD) L.Coyne’nin, değişik killer üzerinde yaptığı araştırmalara göre ise, “...killer ıslandığında, kuruduğunda, ezildiğinde, çatladığında ya da gamma ışınlarının etkisinde kaldığında mor ötesi ışınlar yaymaktadır. Bu olay killerin düzgün olmayan geometrik yapıları ve ezilmeleri sonucunda enerjiyi foton kaptürü (foton kapması) yoluyla depolaması ile mümkün olmaktadır. Carns Smith’e göre yer sarsıntıları, erozyon, gel-git ve donma-çözülme süreçlerinin yinelenmesi gibi olaylar, bir çeşit kimyasal reaksiyon görevi yapmakta ve böylece killerin biçim değiştirmesinde tetik görevi oluşturan enerjiyi ortaya çıkarmaktadır.” (6). Bu durum ise, enerjinin Killer içinde depolandığını göstermektedir (Episodes,1985, Vol 8, No.2). NASA Özel Araştırma Merkezi Nscort, minerallerin (kil’in) ilk organik moleküllerin sentezinde bir katalist görevi üstlenmiş olabileceklerini yabana atmamaktadır (7). Yani, Nscort, kil’in kilit rolünü kabul etmekte, bir anlamda “yaşamın başlangıcının” kil’e (çamura) bağlı olabileceğini kabul etmiş olmaktadır…
Yaşam RNA ile başlamamıştır…
Peki ama, yaşam (eğer) bir “Tasarım” sonucu ortaya çıkmamışsa, “ilk organizmalar” okyanusta serbestçe yüzmek yerine neden çamura gömülmüş olarak yaşamışlardır? Bunu nasıl akletmişler, nasıl başarmışlar ve çamurun altına girebilmeye nasıl karar vermişlerdir? Bunu, kendi iradeleri ile yapmış olmuş olabilecekleri iddia edilemeyeceğine göre, bu durum nasıl izah edilebilecektir? Üstelik, ilk başlangıçtaki su içinde ortaya çıkan canlıların çamurdan bir siperin (çamurun koruyuculuğunun) altında yaşamış olmalarının yanısıra, daha sonraları karalarda ilk ortaya çıkan bitkilerin ve de hâlen yaşayan bütün canlıların, yine bir siper’in altında, atmosfer Ozon’unun oluşturduğu bir koruyucu siperin altında yaşamış (yaşamakta) oldukları (olduğumuzun) gerçeği, kendiliğinden oluşla, doğayla, rastlantıyla (yani tek bir Tanrı’yı reddedip de, çok tanrıcılığa inanmakla) açıklanabilmesi mümkün müdür?..
Tabii ki değildir. Kil (çamur) yaşamın gerçeği oluyor. Çünkü, “..kil, ilk yaşamın başlamasında bir hamur olarak görev yapmıştır (Scientiest American, Haziran-1985).” (15). “..(kil) yaşamımızın bir parçası olması bir yana, yaşam pınarının bir temel öğesi…özüdür…kilin olmadığı bir yaşam düşünülemez.” (16).
Ünlü Darwinist Dawkins bile, yaşamın kil=çamur ile başlayabileceğini kabul etmektedir: “İlk organizmalarda, hatta evrimleşmiş ilk organizmalarda organik molekül bulunuşundan kuşkuluyum. Dolayısıyla da organik molekülleri öykümüze geç safhalarda alıyoruz (yaşamı açıklamada çok daha sonraki safhalarda alıyoruz)....inorganik kristal (kil) çeşitleri, yalnızca ilkel (ilk) genler için değil, geri teknolojili katalizörler ve zarlar gibi öbür ilkel (ilk) denetim yapıları için de büyük organik moleküllerden çok daha uygun(dur).” demektedir (17). Kil (çamur) gerçeğini kabul eden Dawkins, “..bilgi patlaması (yaşam) başladığında, tohum (ilk) şifrenin DNA harfleriyle yazıldığına dair elimizde hiçbir delil yoktur. Gerçekten de, tüm DNA / Protein temelli bilgi teknolojisi öylesine karmaşık -kimyacı Graham Cairns-Smith’in deyimiyle, ileri teknoloji ürünü- ki, başka bir kendini kopyalayan sistemin (kil'in-çamur'un) öncülüğü olmadan, şans eseri ortaya çıktığını hayal etmekte bile zorlanabilirsiniz.... Öncü...çok farklı bir şey olabilirdi....ayrıntılı olarak tartıştığım bir olasılık, Cairns-Smith’in önerdiği gibi, inorganik kil kristallerinin ilk kopyalayıcılar olmasıdır...” demektedir (18). Yaşamın kil’le (çamurla) başlamasının dışında yapılabilecek başka bir açıklama da zaten bulunmuyor. Bu sebeple de, yaşamın ortaya çıkışı “organik moleküller ile değil” inorganik killerle açıklanmalıdır.
Fakat tabii ki de tek başına “kil’in varolması” yetmiyor…
‘OL’ emri ile ölü arz’a (kil’e=balçığa) yaşam/canlılık verilmiştir…
Din’in önermesi olan çamur (kil) gerçeği evrimbilimciler tarafından kabul edilebilse bile, yaşam yine de Yaratıcısız izah edilmek istenmektedir. Örneğin; NASA araştırma merkezinden profesör James Lawless, “...nikel açısından zengin killerin münhasıran hayatın yapı taşı olan 20 amino asidi emdiğini göstermiştir....Bu killer profesör Lawless’e göre bir mıknatıs etkisi göstererek amino asitleri tutmakta ve birbirine kenetlemektedir. Bunlar sadece bütün canlı maddelerin temelini oluşturan 20 amino asidi bağlayabildiğinden, hayatın ortaya çıkışı ile sonuçlanan seçim (seleksiyon) işlemini yaptıkları söylenebilir.” demektedir (19). Yapılan bu açıklamada, kil’lerin canlılığın ortaya çıkışındaki rolü itiraz edilemiyecek gerçek olarak kabul ediliyor olunsa da, bunu kabul edenlerin kil’in pekçok aminoasit arasından 20 aminoasiti seçtiği (seçicilik) yaptığı idiaları ise, kil’e yaratıcılık rolü vermektedir. Smith‘in, “..yaşam ilk kez kristal yapılarında bilgi saklayıp kopyalayabilen inorganik killer tarafından yaratıldı.” açıklamasıda (20) bundan farklı değildir. Bu (tip) açıklamalar, din’in (bilimsel gerçeklerin de) önermesi olan çamur (kil) gerçeğine rağmen yaşamın-hayatın (canlılığın) ortaya çıkışı sorununu (yine de) “Yaratıcı”sız açıklama gayretlerinden başka bir şey değildir. Oysa, “Killer ne organizmaların özel ürünleri ne de aykırı jeokimyasal koşulların ortaya çıkardığı yapılardır.” (21). Sözkonusu bu yapıları ortaya çıkaran olmalıdır. İnorganik elementlerden (kil’lerden) organik yapıların ortaya çıkması ise, yeryüzü koşullarına bağlanılmaktadır. “Dünya’nın ilk 2 milyar yılı...genellikle inorganik nitelikte...Kuşkusuz, inorganik elementlerden organik yapıların oluşmasında bu yeryüzü koşullarının belirleyici etkinliği olmuştur.” denilmektedir (22). Bu şekilde yeryüzünün de, neredeyse “yaratıcı” olduğu ileri sürülebilmektedir. Gerçek “Yaratıcı”nın dışında hemen herşey (bir kısım insanlar tarafından) yaratıcı olarak kabul edilebilmektedir. Halbuki, bilinmektedir ki moleküller kil’lerin üzerinde örgütlemişlerdir (23). Örgütlü bir yapı olduğuna göre de, bir de örgütleyen olmalıdır. Bunu planlayıp yapan bir “Tasarımcı” olmalıdır. Bu nedenle de, her ne denilirse denilsin, yaşamın (canlılığın) ortaya çıkmasında “Tasarım” vardır; Allah’ın, “OL” emri vardır. O emirle ölü arz’a (kil’e=balçığa) yaşam-hayat-canlılık verilmiştir:
“Hem ölü arz, bir alamettir onlara. Biz, ona hayat verdik;
ondan daneler çıkardık..” Yasin (36) 33
Ayette, arz’ın başlangıç-ilk doğal halinin ölü olduğu bildirilmektedir. Bu Jeolojik bir gerçek olarak da bilinmektedir. İşte, ölü olan bu arz’a hayat verilmiş, hayat toprak kanalıyla bitkilere yansımıştır. Yeryüzündeki ilk canlıların bitkiler (ayette genel anlamda dane kullanılmış) olması da bunu ortaya koymaktadır.
Çünkü, “O”, ölüden (cansızdan-balçıktan) diri (yaşam-canlı-hayat) çıkarır;
“O, ölüden diri çıkarır..” Rum (30) 19
Hepimizin gen repertuvarı aynı : Tek gerçek din/İslam…
Kainatın ilk başlangıcında; muazzam bir patlama (Big-Bang) sonucunda karmaşık, karmaşık olduğu kadar da kusursuz olan bir düzen ortaya çıkmıştır? Oysa, patlamalar düzen değil düzensizlik (dağınıklık ve yıkım) meydana getirirdi. Fakat bu olmamış, madde; evrenin belirli noktalarında toplanarak yıldızları, galaksi sistemlerini, Güneş Sistemi’ni ve bu sistem içersinde yer alan Dünya’yı oluşturmuştur.
Ortaya çıkan Dünya’nın en üst kesimi olan yerkabuğu üzerinde; sular, bitkiler, dağlar, hayvanlar görülmüş, yaşadığımız Dünya’nın bugünkü “yaşanılır tek genel ortam” olmasının sağlamasının yanında, insanoğlunun yeryüzündeki ilk yaşamını başlatacağı “ilk doğal ortam” da (olması gereken -ilk çekirdek ortam- da) varedilmiştir. Bir “ak nokta”nın patlaması (Big-Bang) ile başlayıp gelişen bütün bu hadiselerin sonucunda (Son Buzul Dönemi’nin sonunda) Akdeniz yöresinde ılıman hava koşullarının süreklilik kazandığı, “Bereketli Yarım Ay (Verimli Hilal) da denen bölgede (Ortadoğu’da)” zengin (evcilleştirilebilir) bir bitki ve hayvan örtüsünün (-yaşanabilir bir Doğal Ortam’ın) geliştiği saptanmıştır (24).
Big-Bang’ın (Yaratılışın) ilk anından, Son Buzul Dönemi’nin sonuna (Haleosen başlangıcına) kadar yaşanan tüm değişimler, yaklaşık M.Ö.10.000 civarında Ortadoğu’da ortaya çıkacak sözkonusu “İlk Doğal Ortam”ı oluşturmak, bu “İlk Çekirdek (Doğal) Ortam”da kendi iradesi dışında yaşamak zorunda kalacak olan insanoğluna yaşayabileceği mekanı sunmak için gerçekleştirilmiştir. İlk Doğal Ortam ortaya çıkartıldıktan sonra da, kendisinden önce ortaya çıkanlar kendisi için hazırlanmış olan yeryüzünün misafiri insanoğlu, halen yaşamakta olduğumuz yerkabuğu üzerine ayak basması sağlanmıştır. Bütün bunlar; kainatı yok’tan var’eden, onun her anını kontrol ve hakimiyeti altında bulunduran Yüce Allah’ın yaratması olmuştur. Hal böyleyken (bilimsel olan da bu iken), bu gerçek bir kısım insanlar tarafından reddedilebilmektedir. Öyle olunca da, ünlü evrimbilimci Dawkins’in de dediği gibi, “Asla bu kadar çok gerçek, bu kadar az varsayımla açıklanmamıştı.” denilebilmektedir (25). Fakat, evrimbilim gibi büyük bir yalan bu şekilde ayakta tutulmaya çalışıyor olunsa da, ünlü Fransız zoolog Pierre Grasse’ın da dediği gibi, “Hayal kurmayı yasaklayan bir kanun yoktur, ama bilim bu işin içine dahil edilmemelidir.” (26).
Her ne olursa olsun bilinmesi gereken şey, bilim “Yaratılış”a uygun iş yapmazsa “hayatın ve insanın gerçeği”ni çözemezdi, göremezdi, göremediler de. Çünkü, “insan genomu projesi”nin önemli sonuçlarından biri, insanların genetik olarak % 99,9 oranında aynı olmasının yanında (27), “Bir insanın genomunun başka bir insanınkinden farkı oran olarak o kadar azdır ki, bu yüzden bilim adamları (-milyarlarca insan için) sanki tek bir tane (insan genomu) varmış gibi insan genomu sözünü kullanıyor.” (28). Kısaca, bilim başlangıçtaki tek bir genetik havuzdan, (bilgilendirilmiş ilk insan olan) Adem aleyhisselamın genetik yapısından sözetmektedir. Bilim Din’den bahsetmektedir. Bazı insanlar hala, Din’in (İslamın) koyucusunun tüm insanları eşit yarattığını görmezlikten gelebilmektedir. “Bazı insanlar hala insanlığı birbirinden tamamen farklı ırklara ayırmanın mümkün olduğuna inanıyor. Bu imkansız...İnsanları sınıflandıramayız demek, birbirleriyle aralarında fark olmadığı anlamına gelmez. Tam tersine insanın çeşitliliği müthiştir. Şaşırtıcıdır. Hepimiz bir türü oluşturuyoruz, hepimizin gen repertuvarı aynı..hepimiz aynı dilden türemiş farklı dilleri konuşuyoruz...Herkes birbirinden farklı...Buna rağmen, bütün insanlık tarihinde ne size ne de bana benzer biri olmadı. Yani hepimiz farklıyız. Ve de (hepimiz) akrabayız.” (29). ‘Gerçek Din’in önermesidir bu, “bilimsel gerçek de bu”, “Bilimsel Yaratılışçılık” da bu oluyor. Diğeri, ‘işaret taşlarını yanlış okumak’ oluyor…
İşaret taşlarını yanlış okumak…
1778 yılında Paris’te ölmek üzere iken ziyaretine gelen Benjamin Franklin’e, Voltaire son arzusu olarak, “Tanrı ve Özgürlük” diye fısıldamıştır (30). Çünkü, insanın (hayatın) gerçeği bu idi. Fakat, hiç şüphesiz ki bir kısım insanlar, cahili bir büyüklenme içersinde kalıp bu gerçeği kabul etmedikleri gibi, işaret levhalarını yanlış da okumakta ısrar etmektedirler. “Yaratıcı’sız bir Dünya inşa edilemeyeceği” kesin olmasına rağmen, “edilebilecek olmasında” ısrar etmektedirler. Yaşamı; tek bir ”kendiliğinden oluşla” ve bir tek “yaşam ağacı” ile açıklamak istenmektedirler. Fakat, bu yol onları uçuruma sürüklemektedir. İşte, bunun itirafı; “..biyokimyanın birliği ve yaşam moleküllerinin kolaylıkla yapılabileceği (düşüncesi), bizi yanlış yola sürükledi. İşaret levhalarına dikkatsizce göz atarsanız, bizi uzaktan görünen amacımıza götüreceğini düşünebilirsiniz. Fakat bu yol bizi doğruca uçuruma götürüyor. Yoksa işaret levhalarını yanlış mı okuduk?” (31).
İşaret levhalarının yanlış okunmakta olduğunun itirafı yapılıyor -uçuruma doğru gidildiğinin farkında- olunsa da, “Yaratılış Gerçeği” yine de inkar edilebilmektedir. Yaşanmış, hâlen yaşanmakta olan, önümüzde yaşanacak olan hâl de bu olduğuna göre, o zaman bu durumu nasıl izah edebileceğiz?
‘Akıl(bilim)dışılık’ Tanrı’yı reddederken “Tanrıcılık” oynamaktadır…
Kur’an-ı Kerim’in bildirdiği Hz.İbrahim’e ait bir kıssa, gerçekleri gördükleri halde tasdik etmeyenlerin durumunu açıklar niteliktedir. Hz.İbrahim, birtakım putlara ve ilahlara tapan babası ve kavmine:
“..Sizin tapmakta olduğunuz heykeller nedir?” (Enbiya: 21/52); “-Doğrusu sizin Rabbiniz, hem göklerin, hem de yerin Rabbidir..” demesine rağmen (Enbiya: 21/52) aldığı cevap: “..-Sen bize hakikati mi getirdin, yoksa şakacılardan mısın (bizimle eğleniyorsun)?..” olmuştur (Enbiya: 21/55). Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam, Kabe’deki putları paramparça edip, büyüğünü bıraktıktan sonra; yanına gelip; “.-sen mi bunu, ilahlarımıza yaptın, ey İbrahim?” diye soran putperestlere (Enbiya:21/62), kırmadığı putu göstererek, şöyle hitap etmiştir:
“..Belki onların şu büyüğü bunu yapmıştır. Sorun bakalım onlara,
eğer söylerlerse..” Enbiya (21) 63
Bir putun diğer putları kıramayacağını, kırabilse bile bunu kendilerine söyleyemeyeceğini çok iyi bilen o günün putperestleri, İbrahim aleyhisselam’a şöyle demişlerdir:
“..sen gerçekten biliyorsun ki, bu putlar konuşmazlar” Enbiya (21) 65
Yaklaşık 4000 yıl öncesinin putperestleri, putlarının kendilerine hiçbir fayda sağlayamayacağını bildikleri halde, yine de aciz putlarını ilah olarak kabul etmekten geri durmuyorlardı. Sahip oldukları akılları ile putlarının konuşamayacaklarını bildikleri halde, aynı akıl ile onlara (putlara) tapmaktan geri durmuyorlardı...
Peki, ya yakın tarihin putperesti Darwin’i(stleri)n aklı?
Mesela; sevdiğiniz birinin trafik kazası geçirip ölmesi, çocuğunuzun evlenmesi, işinizi kaybetmeniz gibi hallerde ağlayıp, gözyaşı dökmeniz için -ruhsal gözyaşlarının açıklaması olarak- Charles Darwin; “…rastlantısal olup, ishalle birlikte görülen kasıtsız bir durumdu(r).” demiştir (32). Darwin’in aklı bu olunca, bu akıla itibar edenlerin bilimsel akılları da bundan farklı değildir. Böyle olunca da, evrim biyologu ve İngiliz Kraliyet Bilim Derneği Başkanı Robert May, insanlar sadece maymun soyundan gelmiyor, maymunların en favori yiyeceği muzlarla da çok büyük benzerlikler taşımaktadır diyebilmektedir (33). Bir başka benzer akıl; ülkemizin önemli ‘evrimbilimcilerinden’ birinin aklı (bilimi) ise; Dinozorlarla aynı dönemde yaşadıklarını -insana ata olacağını- ileri sürdükleri fare büyüklüğündeki küçük bir canlının, dev sürüngenler karşısında savaşmak için hiçbir şansları olmadıkları için gündüzleri saklanıp geceleri haramileşip canavarlaştıklarını, bu nedenle de, gündüzleri korkunç bir canavar olan fakat geceleri ise hareket etme gücünü yitirmiş birer zavallı olarak heykel gibi duran dinozorların yumurtalarını, yavrularını, hatta onların yumuşak dokularını gözlerinin içine baka baka yiyerek soylarını tüketmeye başladıklarını, hiçbir neden olmamasına karşın küçük bir çocuğun karanlıktan korkmasının temelinin de sözkonusu bu devirlere dayandığını ileri sürebilmektedir (34). Akıl “bilimdışılık (akıldışılık, akla sahip olamamak)” olunca, “..evrimde her adım rastlantıya dayalı bir olaydır..İnsanlar dahil bütün canlı yaratıklar, son derece rastlantısal olayların ürünüdür.” denilebilmektedir (35). Yaşam ‘tercihtir’, akıldışılık (Çarpık akıl) Tanrı’yı reddederken, “Tanrıcılık” oynayabilmektedir.
Her döneme sesleniş…
Tabii ki de, her akıl, kainatın ve içersindekilerin bir Yaratıcısız ortaya çıkmasının mümkün olamayacağını kavrayabilecek niteliğe sahiptir. Üstelik, her dönemdeki bilim de “Yaratılış Gerçeği”ni zaten ortaya koymaktadır. Hâl böyleyken, her dönemdeki bir kısım akıl, yine de “İnsanın Gerçeği”ni reddedilebilmektedir. Yeryüzündeki ilk insanın; Adem aleyhisselamın oğullarından Kabil’den itibaren gelen bu reddediş (kabul etmemekte ki ısrar), sahip olunan “Çarpık akıl” gereği olmaktadır. Bu sebeple de, döneminin inkarcılarına; “sahip oldukları akılları ile” yanlışlık yaptıklarını bile bile yine de ‘Çarpık akıllarını’ tercih edenlere Hz.İbrahim’in yaptığı sesleniş, her dönemin bilim(akıl)dışılığının duyması gereken çağrı olmaktadır:
“Yuf size ve Allah’tan başka taptıklarınıza! Hâlâ akıllanmayacak mısınız..”
Enbiya (21) 67
Ahmet MUSAOĞLU
http://www.ahmetmusaoglu.org