“Nerelisin?” diye sorduklarında ilk aklıma gelen “Kayseriliyim” demektir. Ama ben kendimi hiç Kayserili hissetmem. Soyadım Ardahan’dır, yani özüm Ardahanlıdır ama ben orayı bilmem. Aileme ait bir anı dahi kalmamıştır ne bizim aklımızda ne de Ardahan coğrafyasında.
Biz 93 muhaciriyiz. Yani 1877-78 Osmanlı-Rus Harbinden sonra Kars, Erzurum, Ardahan, Yusufeli ve civarından Anadolu’nun çeşitli yerlerine göç edenlerdeniz. 93 Muhaciri olarak bilinen birde Tuna Boylarından genler vardır. Biz onlardan değiliz. Ruslar Ardahan’ı işgal edince aile büyüklerim 12 oymak kardeş, amca oğlu, akraba, taşınabilecek ne varsa alıp yola koyulurlar ve altı ay sonra Kayseri ili, Bünyan ilçesi Elbaşı nahiyesine gelirler ve devletin gösterdiği bu yeri yurt tutarlar. Acılar, özlemler, dramlar geride kalı ama her yeni sayfaya farklı bir türü eklenerek.
Otorite diyor ki size “burayı üç gün içinde terk edeceksiniz, eşyalarınızı toplayın”. Neyi toplar ki insan. Çocukluk anılarınız bir tarafta, okul, oyun anılarınız diğer tarafta. Eşyalar darmadağın, toplanmamış öyküler her yerde. Neresinden baksanız acı dolu, dram dolu.
Hadi diyelim ayrılıp geldiniz mecburiyetten. Geldiğiniz yer sizi kabul etmez, organ nakli yapılmış bünyeler gibi. Reddedilirsiniz. Geleneği farklı, alışkanlıkları farklı bir başka dünyaya dahil olmuşsunuzdur. Aynen Antalya’daki palmiyeler gibi. Oraya yaraşırsınız, orada yaşarsınız fakat ait değilsinizdir.
Biyanam derdik biz, büyükanamız iki çocuk sahibi genç bir kadınmış oradan gelirken. Anıları toplayamaz da eşyaları toplar, getiremeyecekleri de orada kalanlara bırakır bir de saksıda çiçeklerini getirir. Onlar benim kuzularım diyerek. Oraya ait hiçbir kayıt yok elimizde, ne bir tapu, ne bir resmi evrak. Osmanlı arşivlerinde böyle bir doküman var mıdır, varsa hangi isimlerle aranacak onu da bilmiyorum, bilmiyoruz.

Anadolu coğrafyasının neresine gitseniz benim ailemin yaşadığı dramı yaşayanlara rastlarsınız. Kimileri Selanik’ten, kimileri Girit’ten, kimileri Bulgaristan’dan gelmişlerdir. Gelirken ancak taşınabilecek anılarını alıp gelerek. Köklerini orada bırakıp ağacın dalını , yaprağını, gövdesini getirmişlerdir. Aynı şey Yunanistan’a, Bulgaristan’a, Girit’e ve diğer yakın coğrafyalara Türkiye’den göçe zorlananlarda da görürsünüz. Dram aynı dram. Acının, ağıdın dili hep aynıdır. Gözden yaş akıyorsa bunun Rus’u, Yunan’ı, Türkü mü vardır.
Yönetmenliğini Çağan Irmak’ın yaptığı Çetin Tekindor başta olmak üzere, Hümeyra, Zafer Algöz, Yiğit Özşener, Durukan Çelikkaya, Gökçe Bahadır gibi oyuncuların rol aldığı “Dedemin İnsanları” filmini izlerken sanki kendi öykümü izler gibi içine girdim filmin. Filmdeki oyuncular rollerini gerçekten hakkıyla yerine getirmişlerdi. Son zamanlarda izlediğim on numara güzellikteki filimlerden birisi idi. Dedem gerçekten Çetin Tekindor, bende Durukan Çelikkaya idim, filimde Ozan olarak vücut buldum. Ozan bu filmde yaramaz ama duyarlı bir çocuğu inanılmaz güzel canlandırmış ama ben çocukken yaramaz değildim. Amca oğlum Kadir çok yaramazdı. Hep suçu benim üstüme atardı.

Mahalle savaşları benim çocukluğumda vardı. Aşağı mahallenin bebelerini her gün döverdik, dayak yerdik, kafamız yarılırdı.
Bir yerde başlayıp bir yerde biten öyküler hep incitir beni. Fethiye Kale Köy korku film platosu gibidir. 5000 kişi oradan göçe zorlanmıştır. Evinde eşyalarıyla terk edip gitmişlerdir, vatanlarını. Hangi eve girseniz yaşlıca nenenin mercimek ayıklarken söylediği türkü sesine ilave bir çocuk sesi, tıkırdayan bir saat sesi gelir. Kimse bir yürekten atılmamalı, kimse kendi vatanından göçe zorlanmamalı. Ama hayatın gerçeği böyle değil.
Şimdi sorsanız Türkiye’ye göçe zorlanan Türklere, Kafkas, Balkan muhacirlerine VATANIN NERESİ diye, onlar ben TÜRKÜM ama vatanım deyip cevap koca bir suskunluk gelecektir ardına.