GEREĞİM
Geçen yıl kendimi aramaya başladım
Fakat nafile
Nerede kaybettiğimi bilmiyorum
Ama bulmam lazım
Ben bana ve sana gereğim
Aradım sırasıyla
Önce doğduğum köye gittim
Sordum ileri gelenlere, yaşlı insanlara
Onlarda bilmiyorlarmış nerede olduğumu
“Yıllar önce ayrıldı buradan” dediler
Okuduğum okulları dolaştım teker teker
Oralara da hiç uğramamışım daha sonradan
Sanki kim uğruyorsa?
Sen uğradın mı?
Daha önceki yaşadığım şehre gittim
Sordum birilerine “taşındı” dediler.
Haa...! Birde “dağları zirveleri severdi” dediler
Hemen gittim dağlara tırmandım doruklarına YOKTUM..
Yolda rastladığım birisine sordum kendimi tekrar
Hatırladı beni
Fakat o da görmemiş uzun zamandır
Ama bulmam lazım. Ben sana ve oğluma gereğim
Kendimi dostlarıma sormak için dost aradım
Buldum onları kolayca, onlar yok olmamışlar
Fakat, onlar da hatırlayamadılar
Kuşa sordum, buluta sordum, uçurtmaya da
Şimdi sana soruyorum.
Ben neredeyim?
Sakın bilmiyorum deme
Bulmam lazım
Ben bana, sana, oğluma ve bu topluma gereğim.
Faik ARDAHAN
Antalya’dan ruhumu acıtan olaylarla ayrılmıştım. Yaralarımı sarmak için baba ocağına, sıla-i rahim için gidecektim, her yaralı gibi. Anam dokunacaktı yüreğime, bacılarım, yeğenlerim, dostalrım dokunacaktı, anam “oğlum”, bacılarım “abim” diyecekti ve ben iyileşecektim.
İkinci kriz daha yola çıkmamın bir gün öncesinde oldu. Başka türlü canımı acıtan. Babam oğluma “Kayseri’ye gelecekseniz kedileri getirmeyin ya da gelmeyin” demişti. Babam, bildiğim her şeyi öğrendiğim adam bana kendinin bile aşamayacağı duvarlar koyuyordu. Neyle ve neden imtihan oluyordum bilmiyorum. İki can taşıyan iki kediyi nasıl götürmeliydim ve/veya nasıl geride bırakmalıydım. Hayatımın neredeyse her anında baba olarak sevgisini direkt olarak hissetmediğim, eli elime, gözleri gözlerime hiç değmemiş, karısı dahil çocuklarının hiç birini sevmeyi beceremeyen bir adamdı. Neyse ki sevgili Neşe’nin dayanılmaz desteği ile babamın koyduğu bu derin engeli, duvarı da aşabilmiştim. Kediler Antalya’da ben Kayseri yolundaydım.
Bu kadar zor olmamalıydı hayat. Zorluklardan sevdiklerime varışım sancılı olmamalıydı. Düz yoldu yürüdüğüm halbuki, sanki her bir defasında zirvesine ulaşmak zorunda olduğum Erciyes gibi, Ağrı gibiydi yaşamım. Habire diklik çıkmak ve engel aşmak zorundaydım.
Kayseri’ye geldiğimde babam arabadan bizim inmemize değil arabadan kedilerin inip inmediğine baktı. Ben ona Antalya’dan yola çıktığımda “eğer istemiyorsan kedileri görmek, sen kızlarına git ben o kedileri getireceğim. Onların canı bana emanet” demiştim. Rest çekmiştim ona. Ama o da restimi görmüştü, babam ya hani, getirdiğini görürsem giderim değişti.
Velhasıl, babam gitmedi ama bugün bir hafta oldu sanki Suriye’deki muhaliflerle iktidar arasındaki ateşkesin gergin anları gibi evdeki derin sessizlik.
Antalya’da geride bıraktığım olaylar ve acılar 50 yaşına gelmiş bir adam olarak ruhumu yormuştu. İşyerimde yaşadığım ihanetin içinden nasıl çıkacağımı bilmiyordum. Sadece her zaman olduğu gibi nasıl ki dağın yolunu, dikini, rüzgarını, otunu, böceğini içime çekip dağın hepsini içimde hissediyorsam olup biten her şeyi de var sayıp içselleştiriyordum. Kaç(a)mayacaksam mücadele etmeliydim. Çelik gibi inançla ve dirençle. Bana yakışan bu idi.
Oğlum benim, can yoldaşım, babamın dokunmadığı her yanıma o dokunuyordu. Adı Mehmet’ti nasıl olsa. Anam her zamanki gibi sım sıkı sarılmıştı, bacılarımın “abim” demeleri hala kulaklarımda. Onların gözünde kocaman bir dağdım, Erciyes gibi, Ağrı gibi. Duruşum sağlamdı. Islak gözlerle sarıldık kaç gün boyunca. Bacılarımın bana ihtiyacı olan olaylar vardı lakin ev o kadar kalabalıktı ki kalabalığın sesinden kendi kalp atışlarımızı bile duyamıyorduk. Şükriye bacım ve Firdevs bacımla Adana’nın Tekir yaylasında buluşmuştuk. Dertleştik, çözümler bulduk yaralarımıza. Emine ve Betül bacımla daha konuşamadım olayları.
Acılarım yavaş yavaş dinmişti. Oğlumu da alıp yanıma doğduğum köye Elbaşı’ya gitmeye oradan da çocukluğumun bir yılının geçtiği eski adı Kölete, yeni adı Yünören olan köyde yaşayan halamı ziyaret edecektim. Yaklaşık bir saatlik yoldan oğlumun navigasyon destekli co-pilotluğuyla köye vardık. Anılarımda köyün meydanındaki Atatürk heykeli, çeşme, Deli Adem’in entarili hali ve çamuru kalmıştı. Annemin babası ve annesinin “Rifat Hoca ve Ayşe Ana”nın anılarını oluşturduğu ev ayaktaydı. Salim’in oğlu Yaşar evde yaşıyordu. Mevlüt dedem ve Firdevs babannemin evleri ki babamın, amcalarımın ve halamın doğduğu, büyüdüğü, çocukluk anılarının olduğu evin sadece yerinde virane yıkıntılar vardı. Hemen yanında Haşim Amcamızın evi ha keza öyle serçeler bile bu viraneye yuva yapmamışlardı. Sağımda köy enstitüleri zamanında gezici öğretmenlik yaptığı için adı “Gezici” olarak bilinen Mustafa dedemlerin evi ayakta idi. Rahmetli Hakkı dedemin evi, Ahmet dayımın evi yoklardı.
Resim-1: Mustafa Dedemin Evi

Resim-2: Rifat Dedemin Evi

Resim-3: Haşim Emmimin Evi

Savaş yeri gibiydi her yer. Almanlar Polonya’da hiçbir yerde taş üstünde taş bırakmamıştı. Oraya yaşayanların önemli bir kısmı savaşta ölmüşlerdi, geri kalanların ise anıları dahi kalmamıştı ayakta. Evler, mekanlar yıkılınca ilk önce o enkazın altında o evde yaşayanların anısı kalıyordu. Polonyalılar yıllarca uğraştılar anılarını o enkazdan çıkarmak için. Çıkardıklarıyla da devlet oldular zaten.
Anılar her daim enkaz durumunda “enkazdan ilk kurtarılacak olan değerli eşyalar” gibi olmalıyken, 1963 yılında yaşanan vehim olay yüzünden herkes Elbaşı’yı terk etmek zorunda kaldığı ve ailemden kimse kendi geçmişindeki anılara sahip çıkmadığı/çıkmak istemediği bir sonuca dönüşmüştü.
Bu bizim ailemizin ikinci dağılışıydı. İlki 93 harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus harbinde Ardahan’dan ayrılmak zorunda kalmak ve getirebildiğimiz, taşıyabildiğimiz anılarla oluşturduğumuz hayatlarda devletin yer gösterdiği ve “Muhacirler” anıldığımız Elbaşı’dan yaklaşık 90 yıl sonra yeniden ayrılmak ve başkalarının memleketlerine göç ederek toplanmamızdı. Rifat Hoca sülalesi büyük ölçüde İstanbul’da, Mevlüt dedem ve efradı da Kayseri’de yurt bulmuş babamlarda iki kardeşiyle Hisarcıkta tutunmuştu. Artık kendi rahminden düşük olmuş, başka rahimlerde büyüyecek ailelerdik.
İçim daha da bir acımıştı. Biz Türkler acı çekmekten keyf alıyoruz sanki. Mazoşist bir yanımız var. Keyf alarak söylediğimiz türkülerin önemli bir kısmı ya ağıttır, yada yokluğu, ayrılığı, kavuşamamayı, ihaneti söyler. Ama acı bıçağın sürüldüğü bileyi taşı gibidir, hem temizler hem keskinleştirir, olgunlaştırır insanı. Salimin Yaşar köyde mihmandarlık yaptı bana. Beni bilen ama benim bilmediğim Ömer’le sohbet ettik. O anlattı sordu, ben dinledim. Köy işte bildiğin tozu toprağıyla. Ömer’in gözleri köyün çaresizliği gibi bakıyordu, güçsüz, yıkıntılı. Benim çaresizliğim onun çaresizliğinin yanında vaha idi. Ben düzelte bilirdim ama o ve o köyde yaşayanların büyük çoğunluğu o hüzünde ölecekti büyük ölçüde.
Borcumu tahsil etmek için gittiğim anılarım, aileme ait her yer virane olmuştu. İcralık bile olsam alacak bir taş bile kalmamıştı.
Ahmet Kutsi Tecer’in bir şiiri vardır çocukluğumda bana ezberletilen “Orda bir köy var, uzakta / O köy bizim köyümüzdür. / Gezmesek de, tozmasak da /O köy bizim köyümüzdür.” Gitmediğin köy senin olmuyormuş, sahiplenmediğin her şey gibi. Sahiplenilmeyen eş, iş, mekan hep yokluğa mahkum ediliyormuş. Metruklaşmış varlığın en temel gerekçesi sahipsizlikmiş. Yani şiirde söylendiği gibi olmuyormuş hayatta bunu 50 yaşıma geldiğimde anladım.
Bilirmisiniz hırsızlar bir evin sahipli olup olmadığını o evin camını kırarak anlıyorlar önce. Evin camı kırıldıktan sonra camı yaptırtan yoksa evin sahipsiz olduğu anlaşılıyor ve onlar için kolay lokma oluyor. Sonrasında ne mi oluyor dersiniz gelip geçen herkes camlarını kırıyor ve ev soyula soyula metruklaşıyor.
Antalya’dan getirdiğim acım dindi. Problem henüz çözülmedi ama acım dindi. Şimdi yüreğimin bir başka tarafı acıyor. Babam hala aklımdaki ve yüreğimdeki kedilerle kavga halinde. Benim Elbaşı diye kütüğümde yazan doğum yerim yıkıntı metruk binalardan farklı değil.
Keşke yıllar öncesinde aklıma geleni yapsaydım. Ve oradaki evler hala ayakta iken evleri kendim yıkıp taşlarını Hisarcığa getirseydim ve anamın doğarken attığı çığlığa, dedemin kuran okuma sesine, babamın delikanlılık hayallerine şahitlik etmiş taşları yaşatsaydım keşke. Hiç olmazsa biz hala o taşların anılarında yaşıyor olurduk, taşlarda bizle yaşardı.
Çıkarılması gereken derin derslerle döneceğim Antalya’ya. Ruhum en derin yerlerinden acıyarak.
Babam mı o da rüyasında benim kedilerimi görecek ve kabus gördüm sanacak.