
Herkes bir şey öğrenir başkasından
ve kendini onla inşa eder
bazen bazı hayatları
öğrendiğimizi sanarken
başkası inşa eder,
aynen
benim yaşamımın
başkaları tarafından inşa edildiği gibi
Herkesin felsefe hocası öğrencilerine felsefenin temellerini
öğretirken, benim felsefe öğretmenim benim bana hayatımın temellerini atmış
meğer. Üstüne yalnızlıktan koca saraylar inşa edeyim diye.
Kayseri’nin Yahyagazi lisesinde öğrenciydim. 1976 yılı idi,
yani ben henüz 14 ünde girmiş buram buram acemi, buram buram çocuk biri olarak
lise birinci sınıfa kaydolmuştum. Ama sorsan o zamanlar bana ve akranlarıma
dünyayı yerinden oynatacak hayaller kuruyorduk. Devrimler yapıyorduk. Kapanıp
bir yerlere kurtarılmış bölgelerimizi korumak için stratejiler oluşturuyorduk.
Dayak atıp, dayak yiyorduk.
Birinci sınıfta daha ne olduğumu anlayamadan okulumuza yeni
tayin olmuş sonradan felsefe öğretmeni olduğunu öğrendiğim güzel kızın akranlar
arasındaki dedikodularına dahil olmak varken ben onun rüzgarında savrulmayı tercih
etmiştim. Ben 14 yaşındaydım o ise 23 yaşında. Aşk için her şey matematiksel
eşitlik içindeydi, haklı mantıksal temellerle.
Adı; Mehtaptı.
Lise döneminde hocasına aşık olan ilk öğrenci ben değildim
elbet ama sonradan anladığım o ki en şanslı aşık benmişim. Ben aşkına karşılık
alan bir öğrenci değildim elbet ama reddedilmemiştim de.
Kim bilir ne kadar aptalca aşıktım. Hatırlıyorum da yaptıklarımı.
Çok salakça şeylerdi. Bu satırları yazarken bile gülümsedim. Mesela, evlerimiz
farklı mahallelerdeydi ama ben onun mahallesinde onu görmek için dolaşırken
“eve gidiyordum hocam, ne güzel sizi görmek” derdim. Ama aslında sadece onu
görmek için karşı evin köşesinde saatlerce beklemişimdir.
Onun dersine hiç girmemiştim ama sanki girdiğim diğer tüm
dersler felsefe dersi gibiydi, hep o ders anlatıyordu bana.
Onunla neredeyse her gün konuşmak için bir gerekçe
buluyordum. Kendimce haklı, mantıksal gerekçeler. Aşk daim zeka gerektirir
derim ben hep. Aşk için duyguya da elbet ihtiyaç var ama aşkı yaşamak zeka
gerektirirdi, strateji gerektirirdi. Meğer aşk zeka imiş. Dışarıdan
bakıldığında aptalca olan her eylemin benim zihnimden ve dünyamdan nasıl
süzülüp geldiğini bir ben bilirim bir de sanırım Mehtap hoca fark etti.
Evet Mehtap hoca için ben diğer öğrenciler gibi bir öğrenci
değildim. Sıradan değildim onun için. Çünkü o bende bir şeyi fark etti ve beni
reddetmedi, fark ettiği şeye her fırsatta yatırım yaptı. Fark ettiği değerin ne
olduğunu hala tam anlaya bilmiş değilim ama onun yaptığının ne kadar değerli
olduğunu yıllardır anlıyorum.
Ben onun yanına her gidişimde ki hepsi ayrı bir gerekçe ile
olurdu ki günlerce sürdü, mazeret yaratma süreci. Bana gülümserdi ve bana kitap
verirdi. “Faikciğim, Küçük Prens kitabını okumalısın”, “… bak sana Wilhelm
Reich’in Dinle küçük Adam kitabını vereceğim….” gibi ses tonu hala play tuşuna
bastığımda tekrar eden yüreğimdeki kayıtlarla eklenen biçimde. Öğretmenler
odasına ne zaman gitsem bana kitap verirdi. Ve eklerdi “kitap okurken kitapla
konuşmalısın, yazarıyla sohbet eder gibi, kitabın sana dedikleri varsa senin de
ona diyeceklerin olmalı, sorular sormalısın, cevaplarını kitapta bulmalısın,
bulamazsan ya başka kitaplar okumalısın ya da birine ki bu kitabın yazarı da
olabilir ona sormalısın” derdi.
Bana verdiği kitabı çizik çizik ederdim. Onun ruhuna dokunur
gibi. Kalem bir ruhta nasıl gezerdi bilmem ama ben kalemi onun ruhunda gezdirir
gibi gezdirirdim kitapta. Onun ruhunun güzelliklerinin hepsini çizerdim o
kitapta. Sonra onu değil başka hayatları bulabildiğimi fark ettim kitaplarda.
Artık çizdiğim Mehtap hoca değil, yazarın bana vermek istediğiydi. Notlar alır,
altını çizerdim. Katıldığım cümleleri mavi ile, karşıtı olduğum yerleri kırmızı
ile çizer, bir sürü sorular sorardım, yazardım boşluklara.
Kim bilir bahsettiği ve bana verdiği kitapları kaç kere
okumuştu. Ama bana verdikten sonra kitabı geri alır altını çizdiğim yerleri
konuşurdu benle. Yani biz onunla kitap konuşurduk, kitabı konuşurduk, kitapta
olup bitenleri konuşurduk. Başkaları insanların dedikodularını yaparlarken biz
kitabı konuşurduk aşık olduğum kadınla.
Sonra bana başkalarının okuduğu ve çizdiği kitapları verdi. Onları
da okurdum ve farklı renklerle çizerdim. Ve çok kıskanırdım, “o puştlar da
aşıkmıydı acaba benim aşkıma” diye. Ama sonra bu onun ilk öğretmenlik yılı der
rahatlardım.
Babamın eli saçıma ve yüreğime hiç dokunmamıştır, yediğim
tokatları saymazsak. Anamın eli dokunmadı belki yüreğime ama babamın bana
yaptıklarından sonra anamın her bakışı hala yüreğimde ezbere bildiğim yolları
oluşturur. O bana derin bakardı, İngilizcede cover denilen her şeyi içine alan
ve saran biçimde bakardı, o bana batkımı kucaklardı sanki. Garip ama hayatımın
diğer hiçbir aşamasında anam gibi bakan olmadı bana, felsefe öğretmenini
saymazsam.
Ne zaman yanına gitsem ki her gün gidiyordum yanına. Ne
zaman yolda, koridorda rastlasam hep aynı bakardı bana. Başkalarına öyle
bakmıyordu, beklide bakıyordu da bana öyle geliyordu.
Yılmaz odabaşının Feride isimli şiirinde Feride’yi tarif
etmek için yazdıkları gibi;
feride
tütünü türküye banarda içer , yüreğinde bir tufan negatifleri, ölümden gelmiş
kollarıma yakışmış bırakamam kimselere, k i
m s e l e r e !
feride
şiir huyludur
gül kokuludur, gül kokuludur gözleri ile
gözlerime dokunur, dokunur
(herkesin bir feridesi vardır bilmez miyim, herkesin bir ayakkabısı
gibi birde şarkısı, herkesin bir kimsesi vardır bilmez miyim, bir de
kimsesizliği..)
O benim sadece gözlerime dokunmazdı. Babamın hiç dokunmadığı,
anamın her zaman dokunduğu her yere dokundu gözleriyle. Ben anamdan ve ondan
öğrendim bakmanın ne kadar önemli olduğunu. Ben bakarken şimdi onlardan öğrendiğim
gibi bakarım. Babamın baktığı gibi baktığım zamanlarda olmuyor değil. Adını
andığımda yüreğimdeki tokadın acılarını hissettiğim adamın bakışlarını da
ezberlemişim. Mesela oğluma bir şeyi birkez söyleyip yapmadığında ikincisinde
söylediğim şeyi tekrar etmek yerine “Dorukkkkk” demeyi ben babamdan öğrendim. O
da bana “Faikkkkkkkkk” derdi başka bir şey demezdi.
Bir insan her gün kapısına dayana bana her defasında aynı
güzellikte nasıl bakar, bunu hiçbir yere götürmeden, kendi koyduğu çitleri
atlamadan nasıl tekrar eder, temelini ilk aptalca bakışlarımda umudumu ve
yüreğimi kırmadan, attığı benim hayatıma her gidişte bir duvarcı ustasının
kendinden emin tavrıyla teker teker tuğlaları nasıl koyar…
evet o bende bir hayat kurdu. Adına kitap okuma sevdası
denilen sevdayı ben ona gidip gelirken yaşadım. Ne zaman Ayışığı Sahafın sahibi
canım arkadaşım Yadigar’dan kitap istesem o bana kitabı Mehtap hoca gibi
uzatır. Ve ben koştura koştura okur, koştura koştura yeni bir kitap almak için tekrar
giderim ona.
Sonradan anladım ki onun bana verdiği çizilmiş kitaplar onun
erkek arkadaşıyla beraber okudukları kitaplarmış. Erkek arkadaşı varmış.
Yıkılmıştım. Ama ben onun yolunda üç yıl yolculuk etmiş ve lise son sınıfa
gelmiştim. Lisede Fen bölümünde okuduğum için felsefe dersi okumamıştım, ama
felsefe dersi okuyanlardan çok, felsefeyi anlamış, felsefe hocamla sohbet
etmiştim.
“Faikciğim, Eflatun’u bilir misin, diğer adıyla Platon,
Sokrates’in öğrencisi ve filozof, onun yazdığı Devlet kitabını vereceğim sana
bugün. Şubat tatilinde okumalısın ve ben döndüğümde uzun uzun konuşmalıyız
döndüğümde. Şimdilerde kavga ettiğiniz ideolojilerin temelini daha iyi
anlayacaksın” dedi bir tatilden önceki gidişimde. Devlet kitabını okuduğumda
iyi ve kötü insanın ne özelliği ile iyi ve kötü demokrasinin ve devletin nasıl
olduğunu anladım. 1979 yılına yeni girmiştik. Her yerde ölümler, cinayetler,
adam öldürmeler kol gezerken. O zaman anlamıştım, onun gözlerinde anlamıştım
demokrasi denen şeyin cerrahın bıçağı ile kasabın bıçağı gibi olduğunu. Kötü adamın çoğunluğu eline geçirerek
devletin yönetimi eline alması ve diğerlerinin haklarını kendi haklarını
savunduğu gibi savunmaması durumunda demokrasinin ölümcül bir silah olduğunu o
anlattı bana gözleriyle. Şimdilerde ülke yönetiminde demokrasiye tecavüz
edilirken bana ve ülkede yaşayan herkese bir de yüreğimdeki o aşka tecavüz
ediliyormuş gibi hissediyorum. Hiddetleniyorum.
Evet işte böyle ben lisedeki felsefe öğretmenim Mehtap
hocaya aşık olmuştum. Onun aşkı bende kitap okuma sevdasına dönüştü. O
yıllardan beridir okurum. Okumak bir insanı tanımak gibidir derdi o. Şimdi
aklımda ve yüreğimde o kadar çok güzel insan var ki, yazdıklarıyla oldukları
yerlere dokunan.
Sonraları yazmaya da başladım ben. O zaman Mehtap hocaya
hissettiğim aşk Orhan Veli’nin şiiri gibiydi, “Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Göz
yaşlarıma, ellerinizle? Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Kelimelerinse
kifayetsiz olduğunu Bu derde düşmeden önce. Bir yer var, biliyorum; Her şeyi
söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım,
duyuyorum; Anlatamıyorum” gibiydi başlarda. Ama artık daha fazlası. O gün
anlatamıyordum, şimdilerde anlatabiliyorum hissettiğim her şeyi. Çünkü yazmaya
başladım.
Ben Mehtap hocaya çok şey borçluyum. O benim aptalca
sergilediğim aşkımı kırsaydı, yanlış anlasaydı, terbiyesizlik saysaydı
muhtemelen okuma aşkım ve yazma aşkım olmayacaktı. Ben ona çok şey borçluyum.
Bende bir hoca oldum. Elbet bana aşık öğrencilerim de oldu. Ümit ediyorum ki
ben onarlın bu güzel duygularını incitmemiş ve kırmamışımdır.
Şimdi anlıyorum, Mehtap hocanın bende ne bulduğunu. Onun
kendine aptalca aşık birinde gördüğü malzeme, okudukça gelişecek ve karşılığını verimli bir
tarla gibi verecek bir malzeme olmamdı. O beni çiftçinin humuslu topraktan
oluşan tarlayı sürer gibi sürdüğü ve bana hayatı sevmenin hayatı anlamaktan
geçtiğini ve bu hayatın temeli olan “oku”maktı. Bir insan bir kitabı okur, bir
insan bir insanı okur, bir insan doğayı okur elbette. Hepsi yazılmıştır. Mehtap
hoca bunu bana öğretti. Ben ona minnettarım.
Okuduğum ve yazdığım çok şey var. Elbet okunan her şey güzel
değildi. Güzel sanıp okuduğum ama aslında bir boka yaramayan kitaplar, insanlar
o kadar çokmuş ki. Sonradan anladım. Her kitabın okunmaması gerektiği. Sonradan
anladım her insanın okunmaması gerektiği. Güzeli sende birikirken, diğerleri
birikenleri de götürüyordu, kanatıyordu. Meğer hayatı okumak da buymuş anladım.
Şimdi ben 50’sinde bir adamım ve Mehtap hoca hala 23’ünde.
Ben yaşlandım o hala gencecik gülümser bana. Şimdi daha iyi anlıyorum Ahmet
Arif’i. Birini sevmişseniz, gerçekten sevmişseniz, aç da kalsanız, susuz da
kalsanız, hayın, karanlık da olsa gece, can garip, can suskun, can paramparça
da olsa, elleri kelepçelense de insanın, tütünsüz, uykusuzda kalsa da, o aşkı terk
etmeyeceği, terk etmemesi gereğidir.