AKILDAN KALEME

Türkiye’nin Baş Ağrısı: Suriyeli Sığınmacılar-2

Tekrar Suriye meselesine dönecek olursak Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferi esnasında Suriye’nin kuzeyine ve Lübnan bölgesine yüzlerce Türkmen köyünü yerleştirmesi ileride güneyden gelebilecek saldırılara karşı bir canlı duvar oluşturmuştu. Büyük hakanın siyasi dehası ve gelecek tahmini burada da kendini gösteriyordu. Suriye’de başta Halep olmak üzere Türkler tarafından çok sayıda kurulmuş, medeniyet merkezleri haline getirilmiş şehirler vardı. Ne yazık ki Birinci Cihan Harbii’nden sonra buraları kaybettik ve son yüzyılda bölgedeki tabii müttefikimiz olan Türkmenler Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi burada da kaderlerine terk edilmiş ve gerek Arap unsurların gerek ise daha sonra ortaya çıkan PKK/PYD’lilerin merhametsizliğine terk edilmişlerdi.

Irak’ın kuzeyindeki Musul vilayeti için Birinci Körfez Harekatı’nda bir umut doğmuştu. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD Başkanı Bush ile anlaşarak Musul-Kerkük bölgesine girme planları yapıyordu. Dönemin ANAP’lı milletvekilleri ile gruplar halinde görüşüyor, Misak-ı Milli’den dolayı tarihi haklarımız olan Musul-Kerkük yöresinin Türkiye’ye ilhakı ile hem oradaki soydaşlarımızın Saddam’ın zulmünden kurtulacağı hem de bölgedeki zengin petrol yatakları sebebiyle Türkiye’nin cari açık problemlerinin de halledilmiş olacağını merhum Türkeş Beğ de Turgut Özal’a yazdığı mektupta Musul-Kerkük ile ilgili bütün politikalarını var gücüyle destekleyeceğini ifade ediyordu. Dönemin Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay 3 Aralık 1990’da istifa ediyor ve bu proje rafa kaldırılıyordu.

Kuzey Irak’taki Barzani ve Talabani güçleri ABD’nin desteğiyle Türklerin meskun olduğu şehirleri işgal ediyor ve ilk iş olarak nüfus ve tapu dairelerindeki bütün belgeleri imha ediyorlardı. Neticede Saddam’ın karşı harekata geçmesiyle yüzbinlerce Kuzey Iraklı Kürt Türkiye’ye sığınıyor, içlerinden en az 15-20 bin kişiyi ABD Türkiye üzerinden uçaklarla ABD’ye götürüp orada eğitip ileride Kuzey Irak’ta ilan edilecek olan özerk bölgenin idareci kadrolarını yetiştiriyordu. Bütün bu kargaşalardan ve bölgedeki otorite boşluğundan istifade eden PKK’lı militanlar Irak’ın kuzeyinde Kandil’de ve muhtelif kamplarda eğitilerek her vesileyle sınırı geçip Türkiye’de kanlı eylemler sergiliyorlardı.

Suriye’deki bize hasım güçlerin konuşlanması daha da eskilere dayanır. 1960’lardan sonra Türkiye’yi büyük kargaşaya sürükleyen aşırı solcu-devrimci, Marksist-Leninist ve bölücü gruplar önceleri Suriye’de, Bekaa Vadisinde ve Filistin’de Hafız Esad’ın himayesinde açılan kamplarda eğitilerek Türkiye’de kanlı olaylarda rol alıyorlardı.

Daha sonra bu gruplara önce Apocular diye bilinen PKK’lı militanlar da dahil oldu ve Öcalan Suriye’de barındırılarak Türkiye’deki kanlı eylemlerini oradan yönetmeye devam etti. Hatay’ın Türkiye’ye ilhakından sonra bunu bir türlü hazmedemeyen Suriye yönetimi hâlâ haritalarında Hatay’ı kendi sınırları içerisinde gösterir. Bu husus da bize düşman, terörist gruplara yataklık etmesinin bir başka sebebidir.

Yine ABD ve Batılı güçlerin, Suriye’nin kuzeyinde ve Irak’ta özellikle Sunni Müslümanlara karşı akıl almaz zulümleri, haksızlıkları bu bölgede işgalci güçlere karşı bir tepki olarak DAEŞ doğmuştu. Bölgenin sosyolojisinin oluşturduğu bu IŞİD tehlikesini de bahane eden ABD ve batılı güçler Yavuz Sultan Selim Han’ın hatırası olan Bayır-Bucak Türkmenlerini ve Müslüman Arapları göçe zorlamış etnik temizlik yoluyla “muhayyel Kürdistan”ın coğrafî şartlarını oluşturmaya çalışmış ve milyonlarca Suriyeli yerlerinden yurtlarından edilmiştir. Bölgede PYD/PKK’lı unsurların hâkimiyet kurması ve nüfuz alanlarının genişletilmesi hedefleri gitgide gerçekleştirilir olmuştu. Hatta bu süreçte, PYD’nin o tarihteki sözde lideri Salih Müslim’in Türkiye’de devlet konuk evinde ağırlanması, Dışişleri Ortadoğu’dan sorumlu müsteşar yardımcısı Ömer Önhon ile görüşmesi, bu görüşmeler devam ederken 12 Kasım’da da Asiye Abdullah’ın “Suriye’nin kuzeyinde özerklik açıklaması yapması” PYD’lilerin iki yüzlü siyasetinin ve Türkiye’yi oyalama taktiklerinin bir başka yönünü teşkil ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti Salih Müslim’e o kadar çok bel bağlamıştı ki İstanbul’da onu memnun etmek için “Boğaz Turları” düzenliyordu. Bu da hamakat ve gafletin bir başka safhasını oluşturmuştu.

KOBANi VE 6-7 EKİM OLAYLARI

DAEŞ’li güçlerin PYD/PKK’nın kontrolünde ve özerk bölge ilan ettikleri Kobani’yi (Ayn el-Arab) ağır silahlarla 23 Eylül 2014 tarihinde kuşatması üzerine Türkiye’de HDP Merkez Yürütme Kurulu 6 Ekim’de aldığı kararla taraftarlarına “sokağa çıkma çağrısı” yapıyor, protesto eylemleri ve silahlı çatışmalar neticesinde 46 vatandaşımız hayatını kaybediyor, 682 kişi yaralanıyor ve 110 bina hasar görüyordu. Hatta iddia edildiğine göre dönemin hükümeti, Selahattin Demirtaş’a elçiler göndererek bu kanlı olayların durdurulması için çağrı yapması için rica ediyordu. Ne yazık ki Türkiye Cumhuriyeti HDP’lilerin bu anarşik eylemleri karşısında PKK’lıların şantajlarına boyun eğiyor, 29 Ekim 2014 tarihinde Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi’nin peşmergelerinin ağır silahlarla donanmış olarak Türkiye toprakları üzerinden Kobani’de savaşan PYD’lilere yardım etmek üzere harekat düzenlemelerine müsaade ediyordu. Yani bağımsız bir devletin topraklarından TBMM kararı olmadan yabancı silahlı güçlerin geçmesine müsaade ediliyordu.

Halk arasındaki deyimle taviz tavizi doğuruyordu. Halbuki bilinen bir hakikat vardır ki, dünyanın hiçbir yerinde etnik problemler, etnik tavizler verilerek çözülemez.

Sözde müttefikimiz ABD ve Batılı ülkeler bu PYD/PKK’lı unsurlara uzun yıllardır -bütün dünyanın da gözü önünde- binlerce, on binlerce tır silah ve mühimmat taşımaya devam etmekte, Türkiye Cumhuriyeti de bu emrivaki karşısında ne yazık ki bir takım kuru sıkı tehditlerin ötesinde bir şey yapmamakta veya yapamamaktadır.

“Bölge halklarının adaletsizliğe, baskıya ve kötü yönetime karşı baş kaldırışı yerine kullanılan Arap Baharı kavramı, bu topraklardaki halkları, dolayısıyla devletleri farklı düzeylerde de olsa etkilemiş, Orta Doğu’da yeni bir döneme girilmesine neden olmuştur. (Altan Çetin, Suriye’de Tarihin Sonu, ÇAVSAM, Çankırı, 2015, s. 7)

Arap Baharının başladığı yıllarda biz de Türk Ocakları’nın 42. Büyük Kurultayında yaptığımız konuşmada bölgeyle ilgili değerlendirmemizi özetle: “Türkiye’miz ve tarihi coğrafyamız, büyük dönüşüm sürecinin en sıcak sahnesi haline gelmiştir.

Bir taraftan kendi aralarında bilek güreşine tutuşurken, diğer yandan etrafımızda nüfuz alanları kurmaya uğraşan Batılı ve Doğulu Emperyalist güçler her geçen gün daha fazla saldırganlaşmaktadırlar. Dünyada bugün Mağripten Maşrıka adeta bütün İslam alemi ayaktadır. Müslümanların kanları ve gözyaşları oluk oluk akmaya devam ediyor.

Bahtsız ve çilekeş Müslüman kardeşlerimizin zalim yönetimlerden kurtulmaya çalışırken, Batılı emperyalistlerin doymak bilmeyen iştahlarının kurbanı olmamalarını, enerji kaynaklarını ABD ve Batılı müttefiklerine kaptırmamalarını diliyoruz; ama maalesef görüyoruz ki bu topluluklar, sözde kurtarıcıların zulüm ve ateş çemberi içerisinde yanıp kavrulmaktadırlar.

Dileğimiz, esaret altındaki Türklerin ve diğer Müslüman toplulukların kendi mukadderatlarını, tam anlamıyla tayin edebilme, ülkelerinin idaresinde daha çok söz sahibi olabilme imkanına kavuşabilmeleridir.” demiştik.

Ne yazık ki, daha sonraki gelişmeler bizim endişelerimizi haklı çıkaracaktı.

Devam edeceğiz…

Yayın Tarihi
31.08.2022
Bu makale 457 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!