“Alimin Ölümü Alemin Ölümü Gibidir” Hadisi Şerif
Vefatının 3.yıl dönümünde sonsuz rahmetlerle yad ettiğimiz. Turan GÜVEN hoca kitabının önsözünde şöyle devam ediyordu:
“İnsanların büyük bir kısmı, içinde doğdukları siyasal ve toplumsal sistemin sonsuza kadar değişmeden sürüp gideceğini düşünürler. Bunlar insan yaratılmanın sorumluluk bilincinden habersiz hayatında değişiklik yapmak istemeyen, gerçeklerden korkan ve bu yüzden de değişime karşı direnen, sadece bu dünyaya ait insan olmayı tercih eden ve hatta bilinçli olarak gerçeğin üstünü örten zavallılardır. Dünyada bu tür insanlardan kaynaklı olaylara ve çözümsüz görünen sorunlara bakarak ümitsizliğe düşmek büyük bir aymazlık olur; zira problemlerin kaynağı insansa, çözüm üretecek olan da yine insandır. Ümitsizlik, birey iradesini yok sayan ve özgüveni zedeleyen psikolojik bir rahatsızlıktır. Bu, insanda öyle bir çelişki yaratır ki, insanın hayat boyu bu çelişki ile yaşaması büyük bir işkence olur. İçinde bulunulan durum ne kadar kötü olursa olsun, biz Müslümanlar hayata ve geleceğe hep ümitle bakarız. Her türlü şartta hayata ümitle bakışımız iki güvenilir kaynaktan beslenir: birincisi Kur'an, diğer, ise insanlık tarihidir...Kur'an, insanoğlunu hem bu dünyada hem de öbür dünyada kurtuluşa erebilecek "iki dünyalı” bir varlık olarak inşa ederken, Batı'nın kapitalist sömürü kültürü sadece bu dünyaya tapan seküler bir insan tipi inşa eder. Kur'an'a göre, insan yanılgısı, bu dünyada başıboş bırakıldığını sanmasıdır. İnsanoğluna bu dünyada kendi iradesi ile yaptığı her şeyin karşılığı, öbür dünyada adaletli bir şekilde verilecektir. Kendisini yaratan Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşımayan seküler bir insanın yeryüzünde ne kadar acımasızlaşacağını Batı'nın işgal ettiği Müslüman coğrafyalarındaki zulümlerden görüyoruz. İnsanlık tarihi; hak ve adalete dayanmayan, insan fıtratına aykırı ne kadar zulüm sistemi varsa, bunların hepsinin yok olup gittiklerinin acı örnekleri ile doludur. Müslümanlar bunu yasası olarak görür ve değerlendirir. Gücün ve zulmün zirvesi haline gelmiş olan Nemrutların ve Firavunların kurdukları sistemden bugün eser bile kalmadığını, sanırım en az bizim kadar çağımızın "modern Firavunları" da bilmektedirler.”
“Bilim adamları ve aydınlarımızın ümitsizlik çukuruna düştükleri bir zamanda, insan fıtratına aykırı komünist sistemin somutlaşmış bir simgesi olan "Berlin Duvarı"nın balyoz ve çekiç darbeleriyle nasıl parçalandığına şahit olmuştuk. İnsanlık, bir yandan 20. yüzyılın sonlarına doğru komünist sistemin çöküşünü yavaşlatılmış film gibi seyrederken, diğer taraftan da sıranın ne zaman kapitalist sömürü sistemine geleceğini de sorgulamadan edemiyor. İnsan fıtratı ile çelişen sistemler genellikle insana sıkıntı veren ve zaman zaman da zulme dönüşen sistemlerdir. Geniş bir tarih perspektifinden baktığımızda, bu sistemlerin ömürlerinin fazla uzun sürmediğini görüyoruz. İnsanlık tarihinde yaşanan büyük buhranların ve savaşların bilimsel ve teknolojik gelişmelere ivme kazandırdığı bir gerçektir; ama bu durum, bilim ve teknolojinin her zaman insan öldürmeye odaklanmasının haklı ve makul bir gerekçesi olamaz. Barış içinde kalınarak da bilim ve teknoloji üretilebilir.
Darwin'in evrim mekanizması olarak ileri sürdüğü “doğal seçilim” yorumunun eğitim sistemi ve hayatın bütün alanlarına hâkim duruma getirilmesiyle vahşi bir Batı yaratıldı. Doğal seçilimi Batı'nın zihin dünyasına yerleştirenler sosyal Darwincilerdir. "Tabiat güçlüden yanadır" yorumu biyolojinin evrensel bir gerçeğiymiş gibi insana sunuldu. Yani, güçlülerin zayıfı ezip hayatta kalmasına izin vermemesi bir "doğa yasası" olarak tanımlandı. Böyle bir görüşü bütün insan toplumlarına teşmil ederseniz, bilimi kullanarak vahşi kapitalizmi meşrulaştırmış ve önünü açmış olursunuz. Ateist bilim adamları -özellikle biyologlar, antropologlar ve psikologlar- yeryüzünü ölüm-kalım savaşı verilen bir "hayat sahası” olarak tanımlarken, sadece güçlülerin yaşamasına imkan veren "sapkın" bir doğa felsefesini insanlığa dayattılar. Ünlü bilim felsefecisi Popper, bir kitabına "Hayat Problem Çözmektir" ismini verirken, daha barışçıl ve insani bir doğa felsefesinden yana olduğunu hissettirmekteydi. Ateist bilim adamları ise, bilimi -özellikle biyolojiyi- kapitalist sömürü düzenini meşrulaştırmanın aracı haline getirerek bilimde kötü bir çığır açtılar. Bu durum, bilim adamının altından kalkamayacağı kadar büyük bir ahlaksızlık örneği oluşturmuştur. Ahlaksızlığın “büyüklüğü" bilim adına yapılmış olmasından kaynaklanmaktadır. İdeolojik saplantıya kapılarak gerçeğin peşinden gitmeyi bırakan, gerçeği ideolojik amacı için eğip büken ve anlaşılmasını zorlaştıran bir insana "bilim adamı" demeye dilimiz varmıyor. Çünkü bilim adamı gerçekleri örten değil, gerçeğin peşinde koşan ve onun doğru anlaşılmasına katkı sağlayan kişidir. Birçok bilim adamı, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin insanlığın kültür ve inanç değerlerinden bağımsız olduğunu savunur. Derin düşünmeyen bir insan için bu fikir "çok doğru" gibi görünse de gerçek hiç de öyle değildir. Bu, sosyal bilimlere en uzak olan fizik için bile geçerli değildir. İster bilinçli ister bilinçsiz olsun; evreni, dünyayı, hayatı anlamaya ve problemlerimizi çözmeye çalışırken zihinlerimize yerleşmiş düşünsel modelleri kullanırız. Bunlar, hayatımızda verdiğimiz bütün kararları etkileyen modellerdir. Hiç kimse, bu modellerin inşasında Newton'un fiziksel determinizminin, Einstein'ın izafiyet teorisinin, kuantum düşüncesinin, genişleyen evren görüşünün, Darwin'in evrim teorisinin ve Lorenz'in kaos teorisinin etkisini yok sayamaz. Mesela 19. yüzyıla kadar, insanlar, sabit bir evren düşüncesine inanıyordu; bugün ise tam aksine, devamlı genişleyen bir evrende yaşadığımızı biliyoruz. Açıkça görüldüğü gibi, bilim ve teknolojinin dayandığı paradigma ve felsefenin hayatımızı derinden etkilediğini inkâr etmek mümkün değildir. İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk çeyreğinde bile, bir paradigma problemi ile karşı karşıya olduğumuzu artık net bir biçimde görüyoruz. Gerek bilim ve teknolojinin gerek dünya politik sisteminin ve gerekse de dünyaya hâkim olan Batı medeniyetinin dayandığı pozitivist-materyalist paradigma, hayatı ve insanı doğru tanımlayamamıştır. Günümüzün evrensel beşerî sorunlarına kalıcı çözümler üretilememesinin en önemli sebeplerinden biri, bilim yaparken insan fıtratına aykırı paradigmada ısrar edilmesidir.
Bu mütevazı eserde, Batı değerleri kutsanmadan, Batı'nın bilim ve teknolojide insanlığa verdiği somut kazanımlar da inkâr edilmeden; evren, dünya, hayat, can ve insan kavramları yeniden tanımlanmaya çalışılmıştır. Bugünkü yerleşik paradigma, bilimi ve dini kesin hatlarla ve hatta kalın duvarlarla birbirinden ayırmıştır. Biz, bilim dinin -tabii ki vahye dayanan dinin-birbirinden ayrılmayan izafi ve mutlak gerçekliğin iki yüzünü temsil ettiğini düşünmekteyiz. Hayatı bir bütün olarak kavrayabilmemiz için, din ve bilimin birbirini tamamlayan iki gerçeklik alanı olduğunu idrak etmemiz gerekiyor. Yani, gerçeği arama peşinde koşan bir temel bilimcinin, vahye dayanan dinle düşünsel anlamda bir probleminin olmadığını görüyoruz. İnsan fıtratı ile çelişen pozitivist-materyalist paradigma sadece bilime değil, eğitime, düşünce hayatına, felsefeye de zarar vermiştir. Hayatın kaynağı ve insanın kökeni, sadece bilimin (özellikle biyolojinin) konusu değil, aynı zamanda dinin de üzerinde durduğu önemli konulardan biridir. Eserde, biyolojiye "sistem düşüncesi" çerçevesinde yeni bir tanım ve anlayış getirilirken, ayrıca biyolojik sistemlerin yapısı, çalışma ilkeleri ve biyolojik mantık konusu üzerinde de durulmuştur. “Canlı” dediğimiz somut varlık, biyofizik, biyokimya ve moleküler biyolojinin kesişim noktasında yeniden tanımlanmıştır.
Bugün gelinen noktada, insanlığın ilk ve en güvenilir bilgi kaynağı olan vahiy, bilimin, felsefenin ve düşünce hayatının dışına atılmıştır. Batı medeniyeti için normal olan bu durum, bizim medeniyetimizde kabul edilebilir ve sürdürülebilir bir şey değildir. Batı'nın bilim ve düşünce adamları, insan zekâsının tahrif ettiği İncil ve Tevrat öğretileriyle evrenin ve insanın doğru anlaşılamayacağını daha 17. yüzyılda görmeye başlamışlardı. Hayatın tümüne müdahale eden kilise öğretilerinin bilim ve düşünce hayatının dışında tutulması, Batı dünyasının tarihi gelişimi içinde gayet normal bir gelişmeydi. Ancak, onların bugünkü haleflerinin aynı şeyi Müslümanlık için düşünmeleri, insan zekâsının kurguladığı bir öğreti ile vahyi aynı seviyede görmek anlamına gelir ki, bu da büyük bir yanılgıdır. Doğrusunu söyleme gerekirse, bu büyük yanılgıyı sadece Batılılarda değil, Batı'daki kilise bilim çatışmasını ülkemize "din-bilim çatışması" olarak ithal eden aydınlarımızda da görmekteyiz. Neredeyse yüz yıldan beri, seküler eğitimin çerçevesini kırıp bir türlü özgürleşemeyen bazı aydınlar, İslam'ı özgür düşüncenin, felsefenin, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin önünde bir engel olarak görmüşlerdir. Tabii ki, bu önyargının oluşmasında, Batı'nın 19. yüzyılda başlattığı ve dozunu giderek arttırdığı sinsi İslam düşmanlığının ve dünyevileşmenin de payı büyük olmuştur. Cumhuriyetin erken dönem aydınları ve bilim adamları, geri kalmışlığımızın suçunu, aklını doğru kullanmayan Müslümanlara değil de, kasıtlı bir yaklaşımla Müslümanlığa yüklemeyi tercih etmişlerdir. Eğer nesnel bir yaklaşımı benimsemiş olsalardı, böyle bir kararı vermeden önce, İslam'ın ana kaynağına bir göz atmaları gerekmez miydi? Zaten bunların aydın olmadıkları, Batı'nın İslam karşıtlığının arkasındaki gerçek niyetini okuyamamış olmalarından da anlaşılmaktadır. Cumhuriyet aydınlarının tipik özelliklerinden biri de akademik ve entelektüel yetersizliklerini "din düşmanlığı” üzerinden kapatmaya çalışmaları ve problemin bir parçası olduklarını bir türlü idrak edememeleridir.
Müslümanlar, insanlık tarihinin son 400 yılında, akıllarını doğru kullanarak evrendeki nicel ilişkileri keşfetme, bilimsel bilgi ve teknoloji geliştirme konusunda yoğun bir çalışma içinde olamadılar. Bu, ne kadar şaşırtıcı ve acı olsa da bizim gerçeğimizdir. Akıl, insanoğlunun hiçbir eyleminde devre dışı bırakılamaz. Vahiy, insanın her türlü eyleminde iradesini ve aklını doğru kullanmasını ister. Yani İslam, “vahyin aydınlattığı aklı” öne çıkaran bir dindir. Batı ise, bugüne kadar “vahyi dışlayan bir akıl” ile insanlığı buraya kadar taşıyabilmiştir. Bu iki akıl arasında sadece derece farkı yok, aynı zamanda, dünyaları kesişmeyen bir mahiyet farkı var. "Vahyin aydınlattığı akıl”, insanı hem bu dünyaya hem de öbür dünyaya ait bir varlık olarak görür. "Vahyi dışlayan akıl" ise, her şeyin bu dünyada bittiğine inanır. Vahyi dışlayan akıl ölümle her şeyin biteceğini; vahyin aydınlattığı akıl ise insanın "sorumluluk bilinci" ile hareket etmesini ve ölümün bir "yok oluş" değil, sonsuz bir hayata geçiş olduğunu düşünür. İnsanın dünyada yaptığı her şeyden sorumlu tutulacağının derin bilinci içindedir. Son tahlilde, bu iki akıl sahibinin, farklı dünyaların ve farklı medeniyetlerin insanları oldukları besbellidir.
Ülkemizde ve dünyada ateist bilim adamlarından, ideolojik ön yargılı aydınlardan ve filozoflardan oluşan kapalı bir topluluk var. Burada "kapalı topluluk” ibaresini bilerek kullanıyorum; çünkü bu topluluk kendi fikirlerine karşı dışarıdan gelen hiçbir eleştiriyi ne duymak ne de anlamak istiyor. Problem sadece bu değil; gözlemsel ve deneysel verileri ideolojik önyargılarla yorumlayarak gerçeğin anlaşılmasını zorlaştırmaları ve geciktirmeleridir. Böyle kapalı toplumlarda ve onların etki alanlarında yerleşik paradigmanın dışına çıkarak "hayatın kaynağı, insanın kökeni, din ve bilim" gibi konuları, gündeme getirmek, linç edilmeyi peşinen göze almak demektir. Zira, bu çevrelerde itibarlı(!) yer edinmenin yolu, dinden daha doğrusu vahiy gerçeğinden- uzak durmaktan geçiyor. Bunlar, sözde bilimsel toplantılarda birbirlerini öyle azdırırlar ve ileri giderler ki, şeytanın atına binerek adeta Allah'a meydan okurlar. Bunları görenler, sanki evrenin bütün sırlarını çözmüşler ve bilime son noktayı koymuşlar sanır. Tabii ki, bilim adamının hipotez ve teorilerini belli bir yere kadar savunması hiçbir zaman yadırganamaz; ama bu hipotezlerin gerçeklerle çelişkileri görüldükten sonra, ideolojinin ipine sarılmak bilimsel bir davranış değildir.
Kitap yazmayı çok ciddi bir iş olarak görenlerden biriyim. Bu eserimin bitirilmesi uzunca bir zaman aldı. Allah'ın verdiği donanımı ve mesleki birikimimi en üst düzeyde kullandığımdan emin olmak istiyordum. Gecikmenin sebebi titizliğimdendi. Yazdıkları birkaç gün sonra okuyor, "bundan daha iyisi yazılabilir" diye yeniden kaleme alıyordum. Bütün gayretim, aynı konuda yazılmış piyasadaki kitapların gerisinde kalmamaktı. Doğrusunu söylemek gerekirse, okuyucuların zihinlerinde yeni fikir ve düşünce sentezlerine yol açmayan kitapların boş yere yazıldığını düşünenlerdenim.
Temel bilimlerin insan düşüncesini ve bakış açısını köklü biçimde nasıl etkilediğini yukarıda çok kısa olarak özetledim. Bu eserimde sadece temel bilim mantığı ve yaklaşımını ortaya koymadım, aynı zamanda vahyin aydınlattığı aklı öne çıkararak nasıl bir vizyon kazanacağımızı ve problem çözme yeteneğimizi nasıl yükseltebileceğimizi de tartıştım. Yakın çevremdeki insanlara, yazacağım kitabın içeriğinden ve konusundan bahsettiğim zaman, "ne bitmez bir kitapmış be" dercesine yüzlerindeki ifadeyi hiç unutmuyorum. Yıllarca sözü edilip de bir türlü bitirilemeyen bir kitap için ben de aynı şeyi düşünmüyor değildim. “Her bilenin üzerinde bir bilen vardır” düsturunu hiç aklından çıkarmayan biri olarak, bu mütevazı eserimin eleştiriye açık olduğunu söylemek isterim.
*Aziz okurlarım, bizim kültür ve inancımızda bir insanın değeri sahip olduğu veya geriye bıraktığı maddi kıymetlerle ölçülmez. Onu değerli kılan şahsiyeti , fikrinin ahlâkını yaşaması , hayatının her anını Hakk’a hizmet şuuruyla sürdürmesi ve insanlığa daima istifade edilecek eserler bırakmasıdır.
Turan Güven hoca gençlik yılların da nasıl gözü kara bir mücadele adamı olarak öne çıkmışsa Hayata atıldıktan sonrada ilim ve fikir namusuna sahip saygın bir bilim adamı, mümtaz bir şahsiyet olarak da hafızalarda yer almıştır. Eşine, çocuklarına ve biz dostlarına, ülküdaşlarına bıraktığı en büyük miras bu olsa gerektir.
Ruhu için El-Fatiha...