AKILDAN KALEME

Kayıp Sultan Mezarlarından Vatana*

Ali Güngör’ün Aziz Hatırasına

Tarihte bazı hadiseler, şahsiyetler ve mekânlar hafıza niteliği kazanırlar. Milletler bu hafıza ile geçmişten geleceğe giden süreçte kendi varoluşlarını düşünürler ve günü ve geleceği değerlendirirken hareketlerini bu zaviyede tespit ederler. Türklerin tarih yolculuğunda da yollarını aydınlatan pek çok hadise, şahsiyet ve mekân vardır. Bunlar mücerret (soyut) olan varoluş hâllerinin müşahhas (somut) bir gerçeklikle kendisinin zaman ve mekânda icrası gibidirler. Tarih, bütün bu olup bitenlerin evi ve izleneceği meşheri (alan) durumundadır.

Medeniyetler zamana vurdukları damgayı maddî kültür tezahürleriyle mekâna da nakşederler. Sonsuzluğa bağlanan bu mesajlar var olanın öncesinde mirası ve geleceğe bırakılan vasiyetleridir. Bunlar devasa mekânlar olabildiği gibi bir çeşmeye iliştirilmiş bir asude bir bezeme de olabilir.

Mezarlar insanın hayatla kurduğu ilişkinin en sessiz ve derin şahitleridir. Varlığa dair önemli bir sırrı fısıldar gibidirler. Mezar taşları ise çok eski dönemlerden beri bu varlığın  sessiz şahitleri gibidir, ölümle kurulan estetik bir ilişkiyi anlatırlar.

Mezar taşları, sonsuzluğa intikal edenin zaman ve mekânla süren iletişimi gibidir. Taşın niteliğinden kitabesindeki sözlere, bezemelerin şeklinden şahidelerin tarzına kadar sembolleşerek süren bir hayattır. Medeniyet, kültür, zaman ve mekân hayatın bu sessiz şahitlerine kendince katkılar sunar. Taşın türünden yazısına, işlemesinden yönüne kadar pekçok şey bu çerçevede şekillenir.

Bu mezarlarda yatanlar irfan ateşiyle şekillenen muhabbet nefesiyle gönüllere girmişler, kalpten kalbe bir sevgi yumağı ören Muhammedî bir sevdanın enginliğine varmışlardır. Fütüvvet ahlâkını ve irfan geleneğimizin efsunkâr güzelliklerini goncaya durdurmuşlar, Anadolu coğrafyasını iman nuruyla yoğurmuşlar ve bu toprakları Müslüman Türk milletine ebedi vatan kılmışlardır.

Mezarlar bir vatanın tapu senedi hükmündedirler. Ölüm hayatın fiziki yönünü sonlandırsa bile şahsiyete dair hatıralar ölenin ardında kalanların hafızalarında geleceğe taşınır. Mezarlar bu manada hayatın son bulduğu bir yer olmaktan çıkar ve bu suretle mazi ile gelecek arasında bağ kurulan bir hafıza mekâna dönüşürler. 

Büyük Türk tarihçisi Hüseyin Nihal Atsız Bey: “Bir millet yalnız bir insan yığını, bir vatan yalnız kuru toprak değildir. Milleti ve vatanı; millet ve vatan yapan şey hatıralar, izler, eserlerdir. Bunun için ecdadın eserleri mukaddestir. Türbelere, mezarlara bunun için saygı gösterilir.” demiştir. Hüseyin Nihal Atsız Bey’in bu konudaki hassasiyetinin canlı bir şahidi olarak merhum fikir adamı Mehmet Niyazi Özdemir Bey diyordu ki: “Biz gençlik yıllarımızda dini bayramların birinci günlerinde Atsız Hoca’yı ziyaret etmek için gittiğimizde evinde bulamazdık. Meğerse her bayram eşiyle beraber Osmanlı hakanlarının mezarlarını ziyaret eder, taşlarını kendi elleriyle yıkar, otlarını temizlermiş.”

Yine mezarlar büyük mefkûre ve hareketlerin vatan üstündeki sonsuzluk abideleridirler. İnsanlar ana hükmündeki vatanın üstünde yaşayıp zamanı gelince ana kucağında sonsuzluk uykusuna varırlar. Nurettin Topçu “Büyük mezarların üstünde büyük vatanlar vardır. Büyük ölüleri olmayan milletler ebedî olamazlar. Üzerinde büyük ruhların sevildiği topraklarda ebedi hayat ağacı yeşerir, gerçek hayat, gerçek saadet tadılır.” sözleri ile bu hakikati veciz bir şekilde ifade etmektedir. Bu bakımdan ecdat mezarları sadece ziyaret edilip dua okunacak tören mekânları olmanın ötesinde bu vatanda varlığımızın maziden geleceğe şahidi olan senetlerdir.

Bu mezar ve türbeler sayesinde devirlerin sert hayatı yumuşuyordu. Bunlar, devirlerinin asık yüzünde bir şefkat hâlesine benzerlerdi. Bunlar, Müslüman merhametinin ve müsamahasının en güzel misaliydiler. Kendisinin ebedi olduğuna inanan bir topluluk, vefat etmiş bu mukaddes insanlarla ahiret ülkesini fethediyor, onlarla ebediyetteki devletlerini, koza örer gibi kuruyordu.

Böyle bir toplumun mensubu olan kişi, aklın ve kalbin müşterek bir iman beyannamesi sayesinde, yolunun açık, ufkunun aydınlık, amacının kesinleşmiş ve hayat sisteminin ana hatlarıyla belirlenmiş olduğunu görür. “…Bu vatanın çocukları bu topraklarda yüzyıllardır bizi Türk yapan ve bir arada tutan Müslüman rüyası görüyorlardı. Doğduklarında kulaklarına ezan okunuyordu; Odalarda namaza durmuş nineler görüyor, mübarek akşamlarda bir minderin köşesinde okunan Kur’an’ın sesini işitiyor, bir raf üzerinde duran Kitab’üllah’ı indirip küçücük elleriyle açıyor, gül yağı gibi bir ruh olan sarı sayfalarını kokluyor, ilk ders olarak besmeleyi öğreniyorlardı. Kandil gecelerinin kandilleri yanarken, bayram topları atılırken seviniyor, Cum’a ve bayram namazlarına babalarıyla gidiyor, camilerde şafak sökerken alınan tekbirleri dinliyor, dinin bu merhalesinden geçerek Türk oluyor ve hayata atılıyorlardı.”

Bu mezarlarda yatanlar Türkistan’ın derinliklerinden Anadolu coğrafyasına, Balkanlar’a, Afrika’nın içlerinden Sibirya’ya kadar bütün eski kültür coğrafyamızda bazen aşılmaz dağların yamaçlarında medfun oldukları yerlerde diri bir insandan daha heybetli adeta Türkleştirdiği, İslamlaştırdığı bölgenin en can alıcı yerinde, nokta nöbeti tutmakta ve rabbimizin buyurduğu: ”Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilakis onlar diridirler. Lakin siz anlayamazsınız.” ayetini bütün sesleriyle biz dirilere haykırmaktadırlar.

Onlar, velveleli bir hayatın sonunda dinlendirici hassaları olan bir suda yıkanır gibi bu mezarlarda uyuyorlar. Ve şimdi, biz onların mezarlarını ziyaret ederken bu sükûnun büyük bir deniz gibi etrafımızda yükseldiğini hissediyoruz. Onlar ruh kudretleriyle ve kerametleriyle şehirlerimizi muhasara ediyorlar.

Onlar “Ölmeden ölünüz.” emrini ve ebedi hakikatini hayatlarına sindirmiş, ince  ruhlu rüya adamlarıdır. Onlar, Yeni Türk Devleti’nin kuruluşunu yeni bir dinin doğuşuna benzeten Horasan Erenleri’dir.

Fetih Orduları, üst üste akınlarla doğudan Anadolu’ya ve Balkanlar’a girdikçe, bu ordularla birlikte yeni vatanı şehir şehir atalarımız ve çocuklarımız adına teslim alan türbeler, camiler ve külliyeler ordusu da fethedilen şehirlerin baştan başa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmemiş aynı zamanda onun manevî çehresini gelecek zamanlar için hiç değişmeyecek şekilde tespit etmiştir.

Bu eserler eski Türk şehirlerinin ortasında yaşanan zamanla ebediyet arasında aşılması çok kolay bir köprü gibi adeta üçüncü bir zamanı teşkil ediyorlar.

Dilimiz ve kılıcımız gibi ilk Atalar yurdundan getirdiğimiz şekilleriyle onların, kartal süzülüşlü orduların arkasından girdikleri şehirlerin ortasında, etraflarındaki bütün hayat birden bire değişir, derinden kavrayan bir girdap gibi toprak kendisine yeni bir ruh ve yeni bir nizam verildiğini duyardı.

Cedlerimiz inşa etmiyorlar, ibadet ediyorlardı. Maddeye geçmesini imanla istedikleri bir ruh ve gayretleri vardı. Taş ellerinde canlanıyor, bir ruh parçası kesiliyordu.

Orhun Abideleri ile geleceğe miras kalan ve mührünü vuran Türk geleneği, ülkenin en doğusunda nöbet bekler gibi Ahlat’ta vatanı beklemeye devam eden mezar taşları ile sonsuzluğu isteyen bir medeniyetin sonsuzluğa açılan bir millet bahçesi gibidir.

Devam Edecek...

*Bu yazı 15-18 Ekim 2021 tarihleri arasında Diyarbakır Dicle Üniversitesinde gerçekleştirilen “Uluslararası Silvan ve Sultan 1. Kılıçarslan Bilgi Şöleni”nde 16 Ekim 2021tarihinde sunduğumuz ve Vefatının 6.Yıldönümününde Merhum Ali Güngör’e ithaf ettiğimiz “KAYIP SULTAN MEZARLARINDAN VATANA” başlıklı tebliğimizin 1. bölümüdür.

 

Yayın Tarihi
16.10.2022
Bu makale 481 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!