Eleştiriye tahammülümüz kalmadı. Dost eleştirilerine bile, tepki göstermeye başladık. Yaptığımızı, söylediğimizi, yazdığımızı beğenmeyenler, sert ve kırıcı şekilde ifade ediyorlar duygularını.
Burada siyasetçileri anlıyorum. Çünkü Türk siyaseti, öteden beri siyaha beyaz, beyaza siyah denilen bir çerçeveye sıkışıp kalmış. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar. Doğruya alışık değil bizim siyaset dünyamız. Eğriyi, kişiye göre yanlışı, farklı düşünene itirazı ve saldırıyı politika sayan bir zihniyete sahibiz. Bu dünde böyleydi, bugün de böyle. Yani yeni bir hastalık değil…
Muhalefetteysek, iktidarın her yaptığı bize göre yanlıştır. İktidardaysak eğer, muhalefeti ağzına geleni söylemekle suçlarız hep. Hele çoğunluğa sahip bir iktidarsak, karşı partileri Türkiye’nin gelişmesini ve ilerlemesini istememekle itham ederiz. Tıpkı bugün olduğu gibi…
Oysa birbirlerini uygarca dinleseler, ne dediklerini ve ne yapmak istediklerini anlamaya çalışsalar, belki Türkiye günümüzdeki kadar zarar görmezdi. Ama konuşarak anlaşmak yerine, devamlı tepki göstererek anlaşmamaya çalışıyorlar. Bu yüzden tek başına iktidar olan, ülkeyi aklına estiği gibi yönetmeye kalkıyor. Yapılan yanlışı söylemeye gücü yetmeyen veya sesini duyuramayan muhalefet de, giderek hırçınlaşıyor. Gerçi iktidarın yaptıkları, yenir yutulur cinsten şeyler değil ama, muhalefet sert laf salatasıyla bu gidişi önleyebileceğini sanıyor.
Kim ne derse desin, Türkiye bugün iyi bir yolda değildir. Çarpık demokrasi anlayışının yarattığı hastalıkları düzeltmek yerine, bundan yararlanmayı düşünüyor siyaset dünyamız. Öyle olmasa, Anayasa değişikliğinden ve Başkanlık gayretlerinden önce, Siyasi Partiler Kanunu ile Seçim Kanunu değiştirmeyi, gerçek demokrasiyi rayına oturtacak düzenlemeler yapmayı, ülke harbin eşiğinde ve ekonomik darboğaza sürüklenirken, kısır çekişmelerle devlete vakit kaybettirmemeyi ve gerekli önlemleri almayı düşünürlerdi.
Böyle yapmıyorlar ve karşılıklı söz düellolarıyla hem ülkeyi geriyorlar, hem milleti rahatsız ediyorlar ve hem de Türkiye’yi nereye sürüklediklerinin farkına bile varmıyorlar. Siyaset tablomuz ve alışkanlıkları özetle budur. Onun için politikacılarımızın kavgadan, gürültüden, problemden ve krizlerden beslendiklerini söylüyorum.
Tekrar edeyim, haydi politikacıları anlıyorum ama, biz gazetecileri anlamak mümkün değil. Geçmiş dönemlerde iktidar yanlısı gazetecilerle, muhalefet gazetecileri arasında polemikler, sütunlarda karşılıklı atışmalar, laf çakmalar filan olurdu ama, bunun da bir yolu yordamı ve nezaketi vardı. Bugün görüldüğü gibi, farklı düşüncelerin sahipleri birbirlerine düşman gözüyle bakmazlardı. Geçmişte de iktidarın nimetlerinden (örneğin resmi ilanla) beslenen gazeteciler olurdu ama, bunlar da bir elin beş parmağını geçmezdi.
Bugün öyle mi? Görsel ve yazılı basının (bugünkü adı medya) yüzde 80’i iktidarın borazanı halindedir. Yüzde 20’si ise, ancak muhalif düşünenler tarafından okunmakta, bu yüzden sesini ülke geneline yayamamaktadır. Daha doğrusu iktidar yanlıları ve yandaşları, sadece kendi yayınlarına bakmakta ve kulak kabartmaktadırlar.
Yüzde 80’in içinde gerçek gazeteci sayısı çok azdır. Genelde tepeden inme göreve gelmişler ve kendilerini belli bir siyasi merkeze hizmete adamışlardır. Ömrünü gazeteciliğe verenlerle, bu tepeden inmeciler arasında ciddi bir savaş vardır ve bu savaşın geçici galibi, şimdilik iktidar yanlısı kalemlerdir. İçlerinde kimse iktidarın yaptığı yanlışı söyleyemez, yazamaz, her yapılanı taraftarına doğru olarak yutturmak zorundadırlar çünkü.
Yüzde 20’lik muhalefet kesimi de, keskin oklarını iktidara çevirir, yaptıklarının tamamının yanlış olduğunu söyler ve yazarlar. Onlara göre de, iktidar Türkiye’yi felakete götürmekte, iç harbin kucağına sürüklemekte, ülkenin değerlerini tepetaklak etmektedir. Peki, iktidarın yaptığı tek bir doğru yok mu acaba? Muhalif basına göre yoktur, olamaz da..
Bana sorarsanız, bu iktidarın tutulacak yeri yoktur. Bu benim şahsi görüşümdür. 14 yılda Türkiye’nin beton ilerlemesi hariç, geriye gitmeyen hiçbir işi, kurumu, kararı pek göremedik. İç ve dış politikalardaki fahiş yanlışları, milli
kurumlarımıza zarar veren siyasi entrikaları “aldatıldık” diye yorumlamaları, milleti ayrıştırmaları, kendileri gibi düşünmeyenleri hapisle cezalandırmaları, basın hürriyetini boğazlamaları, Anayasa’yı kevgire çevirmeleri, akıllarına esen yasaları görüşmeden, tartışmadan, siyasi gücüne dayanarak değiştirmeleri, bütçeyi çok kötü kullanarak ülkemizi gırtlağına kadar borçlandırmaları, Suriye’nin içişlerine karışarak ordumuzu harbin eşiğine getirmeleri, 3 milyon Suriyeliye ellerini kollarını sallayarak Türkiye’ye giriş izni vermeleri… Hangi birini sayayım?
Ama, tek bir doğru işi yok da denilemez. Uçağı havada gören milyonlarca Anadolu insanını uçağa bindirdi. Sağlık sorunlarını, (doktorlara kulak asmadan) bir miktar çözdü. Aile hekimleri vasıtasıyla sağlık hizmetlerini tabana yaymaya çalıştı. Metrolar, çift şeritli yollar, köprüler, baraj ve tüneller yaptı. Dar gelirlilere konut imkanı sağlamaya gayret etti. Fakirlere, yoksullarla, gariban takımına yiyecek, yakacak yardımı yaptı. Yatalaklara ve onlara bakanlara, engellilere ve ailelerine maaş bağladı. Daha bir sürü iş yaptı. Yiğidi öldür, hakkını ver. Bunları görmezden gelemeyiz. Ama hiçbir muhalif gazeteci, bu gerçeği kabullenmeye yanaşmıyor. Evet bunları da yaptı ama, Türkiye’ye de yapacağını yaptı diye düşünüyor olmalılar. Ben de böyle düşünenlerden biriyim.
Acaba diyorum, böyle yapacağımıza iktidarla muhalefet basını Türkiye’nin gerçeklerinde, önceliklerinde ve yapılan yanlışlarla doğruları görme noktasında buluşamazlar mı acaba? Kavga edeceklerine, birbirlerine hakaret edeceklerine, politikacılara güzel bir ders niteliğindeki böyle bir yaklaşımın Türkiye’ye faydası olmaz mı?
Bunu da, ciddi şekilde düşünsek ve basın duayenlerini göreve çağırsak fena mı olur?