“24 Nisan=1 Nisan” Algısı üzerine...

Ne zamana kadar daha  24 Nisan 1 Nisan şakası  gibi algılanmaya devam edecek !

Çukurova Üniversitesinde başlayan öğrencilik ve meslek yaşamım 1980 ve 90’lı yıllarda geçti. 1915'ten 24 Nisan yıldönümlerine kadar uzanan  süreç bir bakıma ulusal düzeyde daha günceldi ve uluslararası boyutu doğrudan Türk diplomatlarına yapılan saldırılarla öne çıkıyordu. O günlerde özellikle 1983 yılındaki Fransa’da Orly saldırısı nedeniyle konu hassastı, kamuoyu tepkiliydi, 1980 gençliği ise arayıştaydı.

Çukurova Üniversitesinin dünyanın ilk 500 üniversitesinden biri olmasında en önemli pay sahibi ve kurucularından olan Prof.Dr. Mithat Özsan, rektördü. Gündemde ise pek çok konu yanında, yine bugün olduğu gibi Türk Ermeni ilişkileri konusu vardı ve konu basının ve toplumun manşetindeydi.

O günlerde Balcalı Kampüsüne çeşitli uzmanlar davet ediliyor üniversite gençliğine yönelik bilgilendirme etkinlikleri yapılıyor ve günceli takip etme şansı tanınıyordu.

Bunlardan bir bölümü de 1915 ve Ermeni iddiaları üzerineydi. Bu kapsamda Ord.Prof Dr. Cemal KUTAY ve  Prof.Dr. Türkkaya ATAÖV gibi önemli tarihçi ve akademisyenler de davet ediliyor ve konferanslar veriyorlardı. Bilgi avcısı olarak bizler de takip ediyorduk.

Ve aslında ilk kez 1915’e yönelik olarak ilk bilgileri ve bilinçlenmeyi bu konferanslarda buluştum ve sunulan konferansları dikkatle dinlediğimi ve çok etkilendiğimi net olarak söyleyebilirim. Daha önceki ilk-orta-lise dönemlerinde ise 1915 olaylarıyla ilgili olarak anlatılan bir konu olduğunu doğrusu hatırlamıyorum, yada anlatılmışsa bile hafızamda hiç iz bırakmadığını söylemek mümkün.

Bu nedenle bu konferanslara kadar, bu konuda somut bir düşünce zihnimde hiç yer etmemişti. Lisans öğretimim döneminde dinleyici olarak katıldığım ve yukarıda belirttiğim konferanslardan itibaren 1915'ten 24 Nisan'a gelen süreci hep takip etmeye çalıştım. Çoğu zaman tesadüfen konuşulanları dinledim, yazılanları okudum, televizyon programlarını takip ettim ve hep objektif olarak çıkarımlarda bulunma gayretinde oldum. Ermeni tezinin gerekçelerini o günkü koşulları dikkate alarak değerlendirmeye çalıştım. Son olarak Çukurova Üniversitesi Rektör Danışmanı değerli arkadaşım Orhan ÜRGENÇ'in 2009 yılında basılan ve tarafımıza da ulaştırma nezaketinde bulunduğu "Kurtuluşa Giden Yol" başlıklı 628 sayfalık kitabını da okuduktan sonra, geçmişten bugüne tüm bilgilerimi tez ve anti tezleri dikkate alarak gözden geçirdim.

Sonuçta meclislerinde bilimsel bilgiyi dikkate almadan, tarih biliminin bulgularına dayanmayan kararları oy çokluğuyla alanlar da başta olmak üzere; tüm dünyanın aslında her şeyin farkında olduğuna; 1915'lerde var olma ve bağımsızlık mücadelesini yürüten ve savaş koşullarında ülkesini savunmak durumunda kalan bir yönetimin aldığı önlemler kapsamında olayların geliştiğinin farkında olduklarına inancım arttı, inandım.

Peki o halde ne yapılmak isteniyordu. Ve Türkiye aleyhine çeşitli kararlara imza koyanlar neden objektif olamıyorlardı. Gerçekleri bilip sessiz kalmak, hatta yanlı davranmak, davranmaya devam etmek, konuyu bilim platformuna taşımamak, bilimsel bilgiyi bir kenara atmak ne anlama geliyordu.

Herhalde olsa olsa "1 Nisan şakası olmalıydı" bu, dedik tüm ulus olarak... Böyle düşündük ve belki de bu nedenle hiç tepki ve tavır koymadık, organize olmadık, uzun vadeli programlar geliştiremedik ve bir veya daha çok sivil toplum kuruluşu aracılığıyla bu süreçte etkin rol alamadık.

Zaman zaman Akdeniz Üniversitesi gibi duyarlı çeşitli üniversitelerimiz de, senato bildirileri ile ilgili meclis kararlarını kınama yazıları açıkladılar, basına sundular, bunlar yayınladı, Fransız Parlementosuna ve Başkanına mektuplar postalandı, elektronik postalar gönderildi…

Ama bu bir şeyler yapma düşüncesinde olanlar bir araya gelip toplumsal sivil bir güç haline dönüştüremedi. Bu durum tipik olarak birlikte iş yapamamak, organize olamamak hasletimizle ilgili olsa gerek ve bu konu doğal olarak toplumbilimcilerin konusu …

İç dünyamızda, vicdanımızda, hayır böyle değil desek, olanı biteni seyretmekle yetinsek te, alınan kararlar “1 nisan şakası niteliğinde” olduğundan veya konu nisan ayında gündeme geldiği için olmalı ki;  “1 Nisan şakası olarak algılayıp, sessiz kaldık, kendimize yönelik konuşmalar, programlar yapıp kabullenmiş göründük…

Ve bu saygın, bilimi en önemli değer kabul eden, bu ülkeler için; “olsa olsa 24 Nisanı 1 Nisanla karıştırmışlardır, şaka yapıyor bunlar!”, diye bekledik, durduk.

Ve herhalde; bilime değer veren ve tarihi belgelerin sorun çözmede kullanılacak en önemli anahtar olduğunun farkında olan bu ülkelerin; “Evet 24 Nisana yönelik aldığımız kararlarımız: 1 nisan şakasıydı, bu konuda akademik dünya oturup çalışacak ve bunun sonucunda karar verecek.”, demelerini bekledik!..

Ancak durumun böyle olmadığı bugün çok daha net anlaşılıyor. Yeni bin yılda da uzlaşı kültürü, kültürlerarası diyalog, dinler arası diyalog, üniversiteler arası diyalog(Erasmus programları vd.) gibi kavramlar öne çıkarılırken, bir grup ülkenin her yeni yılın 24 Nisan’ında, 24 Nisan ile 1915 arasında sıkışıp kalmasına yönelik gerekçelerinin (en azından bir akademisyen olarak tarafımızca) anlaşılması zor görünüyor.

Yine her şeyin farkında olan ve tarih biliminin çözümlemesi gereken bir konuda bu kadar ateşli ve heyacanlı olanların; dünyadaki açlık ve iklim değişikliği gibi insanlığın geleceğini tehdit eden konularda rasyonel çözümlere imza koymamaları veya inisiyatif geliştirmemeleri de düşündürücü olsa gerek.

Evet, geleceği şekillendirme gücüne sahip ve mevcut kaynakların kullanım ve dağıtımında söz sahibi olan toplumların karar organlarının bu iki rakam arasına sıkışıp kalmalarına anlam vermek oldukça güç. Bu ülkeler “bilimsel metodolojiden uzak olarak; “ben güçlüyüm, benim doğrum bu ve başka doğru tanımam” anlayışıyla, bu tavrın hangi bilim ve çağdaşlık ilkesine uyup uymadığını tartmadan almaya devam etmeleri anlaşılır değil.

1915, her iki tarafın insanları bakımından da "acı"dır. Ancak bu kin ve nefret duygularının yeni kuşaklara aktarılmasının; çağımızın bilgi ve refah kavramlarıyla, paylaşım ve küreselleşme kavramlarıyla uyuşmadığını dikkate almak gerekiyor. Ve toplum olarak bunu ciddi olarak sorgulamamız gerekiyor.

Okuduğum bir Tübitak yayınında “bir toplumun en saf isteği bilimsel bilgidir”, diyordu. Evet; topluma ve insanlığa bilimsel ve doğru bilgiyi sunmak yönünde öncelikle bilim insanları, sivil toplum kuruluşları ve kamu ve özel kuruluşlar dayanışma içinde olmak, aydın sorumluluğunu taşımak durumundadır. Kısaca; “gerçeğe ulaşma yönünde insanlığın en saf ihtiyacı olan doğru bilgiye ulaşmayı sağlamak üzere”, işbirliği içinde olmak ve çalışmak gerekiyor.

Ne dersiniz, artık bu yanlı tavır ve kongrelerde alınan kararların bir şaka olmadığının farkına varıp, 24 Nisanın bir tehdit olduğunu kavrayarak ((ve 1 nisan şakası gibi algılamayı artık bırakarak) gerekli önlemleri bilimin ışığında ele almak ve üzerimize düşen görevleri yapmak yönünde kararlı olmak gerekmiyor mu?..

Yayın Tarihi
24.04.2012
Bu makale 12497 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!