
Keloglan,
ah şu bizim kelce oğlan...
bir yörük obasında, masalcının anlattığı
masalın sonunda
gökten düşen üç al almadan payına düşeni almış
düşmüş sabahı beklemeden
nenesine görünmeden
sırça saray yoluna.
Ama bu kez hedefinde, padişahın kızı değil de
masal dünyasını sayfalarında saklayan kitapların
pazarını gezmeyi niyetlemiş heybesine.
Bu pazarın namı o sıralar
tüm ülkeyi sarmış
sağır sultan bile duymuş derlermiş de,
o meraktan işte düşmüş o sırca pazar sarayı yoluna...
gelgelelim bu sarayın yolları,
tutmazmış hiç keloğlanın düştüğü evvel ki yolları..!
buralar o, az gidip uz gidilen
üç ay bir güz gidilip kimselere rastlanılmayan tenha;
dağlık- yamaçlık,
kırlık -ormanlıklardan varılan kaf dağındaki canavarla
ömürde bir kere mücadele edilen yollara benzemezmiş.
Bu yollardan her an saatte yüz kilo metreyle üzerine atlamaya hazır demir atların aralıksız kayarak geçermiş.
İçlerinden biri bile değse ömrünün sonunu getirirmiş.
Bu yollarda, öyle sık sık mola verilen allı morlu Türkmen kızların şen gülüşmelerle su uzattığı çınar, ardıç ,meşe pınarları da yokmuş...
O sular çünki artık, önce plastik şişelere
ardından beton duvarlar içine raflara hapsedilmiş neredeyse cansız vitaminsizmiş ki ayrıca, önce demir mangırlarla özgürleştirip sonra içebileceğin bir dünyanın yollarıymış bu yollar.
İşte bu sebep, Keloğlan o demir atlarla mücadeleden
o kilitli suları alıp içememekten bitik bir halde,
ulaşmış bir akşam o sırça kitap pazarının bahçesine.
Meğer o bahçenin de sığınanı;
yorgunu
açı
kimsesizi
fakiri
zehirden umut uman yarı ölüleri
vurgunu fırsat kollayan arsızı hırsızı
çokmuş.
Belki de bundan, gece karanlığının örttüğü tüm bunlara sağır sultan olup kendi umutsuzluğunu ekranlardan kaydırıp unutmak saklanmak için;
o dünyada betondan saray duvarları yükseldikçe yükselen şehirler artar...artar... artar olmuş.
Bu dünyanın o gecesinde işte Keloğlanın başına ne geldiyse gelmiş,
kendini anlatan kitaplar varmı diye merakla yoluna düştüğü sırça saraya varamadan daha;
sabaha baş yarık,
kol çolak
ayak yalın
renk solgun
doğrulmuş orada ayağa.
Yüzünde hala;
insanın, o saf ve yalın umutlu iyiliği durmuş o dünyaya karşı
bize, biz teslim olmuşlara sorar gibi bakar..!
ey,
gök yüzü yücelişine nesillerini umutlandırmaktan vaz geçip
yalan ışıkların kaydığı ekrandan ruhlarını yitirenler...
hiç değilse kitaplarınızın sayfalarında olsun kaldımı adım- sanım söyleyin bana...?!
dipce: bu deneysel yazı
bir süredir denemelerini yaptığım foto masalların yanında
tek fotoğrafla kendimize (yetişkin çocuklara) bir foto MESEL dir.
masallar gök yüzü,
gün yüzüdür
çocuk ruhunun zıtlıklarını dengeleyen en önemli karakterleri yaratmış Türk kültür kimliğinin kodları oluşmuştur masal, efsane, destan kahramanlarımızla.
onları parklara heykel edip terketmeyelim
sanal oyunlarda robotlara yenilen zavallı kahramanlar yaptırmayalım...
yeniden aynı göğün altının umudunda çocukları doğaya, dünyaya, gerçekliğe hazır eden kendilik masallarımızda onlarla buluşturalım