Aksu Köy Enstitüsü 4
Bilememişiz Sizin Kıymetinizi
Elimden gelse, bütün dünya okullarının programlarına,
“İnsanın insanı sömürmemesi” adlı bir ders koyardım.
İsmail Hakkı TONGUÇ
1953-1954 eğitim yılında, yazılı ve sözlü sınav sonunda yalnızca 40 öğrenci almıştı; Antalya yakınındaki Aksu Köy Enstitüsü. Sınıfta kalan 4 öğrenciyle birlikte 44’tü mevcudumuz.
Oysa bizden üstteki sınıflar en az iki şube idi. Üç ya da dört şube olan da vardı. Aksu, niçin az öğrenci aldı o yıl, bilmiyordum.
Akşam yemeğinden önce 60 dakika süren bir etüt saati vardı. Derslerde olduğu gibi bu çalışma süresinin başlaması ve bitişi de kampana çalınarak duyurulurdu.
“Kampana nedir?” diyecekler için anlatayım:
Dersliklerin bulunduğu bir tepede yaklaşık bir buçuk metre yüksek bir direkte asılı kocaman bir çan vardı. Ben diyeyim 50-60, siz deyin 70-80 santimetre genişlikte…
Ve yanında keser sapı gibi demir bir sopa…
O sopayla çana vurdunuz mu, okulun her yerinden duyulabilen “dan, dan, dan” diye bir ses çıkarırdı. “Kampana çaldı”, ya da “Kampana vuruldu” denirdi buna.
Bilinen saatler dışında 3-5 kez değil de 10-15 kez çalarsa, sözgelişi yangın gibi “olağanüstü bir durum” var demekti ki, nerde olursak olalım, koşarak toplanırdık hemen, bayrak direğinin bulunduğu meydanda.
“İyi de, kim çalardı bu kampanayı?” diyeceksiniz.
O hafta, bu işle görevli olan nöbetçi öğrenci elbette… Ve onu yönetip denetleyen, son sınıflardan o hafta için seçilmiş “Öğrenci Başkanı…”
Düşünüyorum da şimdi, altı yıl boyunca hiçbir gün yanlış çalmadı o kampana.
Ne daha erken, ne daha geç…
Nasıl sağlanmıştı bu düzen, nasıl korunuyordu bu dakiklik? Bunu hiç düşünmemiştim o zamanlar.
Akşamları birinci etütten sonraki kampana, yemek saatini bildirirdi. Dersliklerin hemen yakınındaydı yemekhane. Meşin kaplı 10 kişilikti yemek masalarımız. Her gün bir arkadaş nöbetçi olur, masanın ortasına otururdu o gün.
Genellikle üç çeşit yemek olur, yemekler karavana denen büyükçe bakır çanaklar içinde öğrenciler gelmeden masalara konurdu. O masanın o günkü nöbetçi öğrenci, her yemeği arkadaşlarının uzattığı porselen tabaklara kepçeyle eşit olarak dağıtırdı. Önce çorba içilirdi. Mevsimine göre taze sebze ya da kuru fasulye, nohut gibi etli ya da kıymalı ana yemekten sonra pilav, makarna, tatlı, hoşaf türü üçüncü yemeğe gelirdi sıra.
Her öğrenciye bir bütün ekmeğin dörtte biri, yani çeyrek ekmek verilirdi. Yemek bitip de masa boşalınca, nöbetçi öğrenci karavana, bıçak, çatal, kaşık ve su bardaklarını bulaşıkhaneye götürüp verirdi.
Masaların ince temizliği beşinci sınıf öğrencilerinden seçilen “Yemekhane Başkanı”nın gözetiminde nöbetçi öğrenciler tarafından yapılırdı.
Öğretmenlerimizle, müdür yardımcıları ve müdürümüz de aynı yemekhanede aynı yemekleri yerlerdi. Onların bizden tek farkı, ayrı bir kapıdan girip çıkarlar, bir de yemekleri karavana ile gelmez, servis edilirdi.
Yemekhaneye girmeden önce dört yerde ikişerden sekiz musluk bulunurdu. İsteyen yemeğe başlamadan elini, çıktıktan sonra da elini ve ağzını yıkardı.
Dersliklerin bulunduğu binalarda tuvalet yoktu. 100 metre kadar uzaktaydı tuvaletler.
Üç yatakhane binamız vardı. Tuvaletler üçünün de içindeydi onların. Enstitünün kuruluş yıllarında yine öğrencilerin yaptığı yaklaşık 25 öğretmen lojmanı yatakhanelere yakındı. Müdür lojmanı birinci yatakhanenin üst katındaydı. Aynı yatakhanenin bir bölümü de revir ve muayenehane idi.
Şen şakrak bir bayan doktorumuz ile erkek bir hasta bakıcımız vardı. Bedia Kervancıoğlu idi doktorumuzun adı. Birinci sınıftayken, nisan ayında kabakulak olmuştum da başka arkadaşlara bulaşmaması için 21 gün yatırmıştı; doktorumuz revirde beni.
Doktorumuzun aksine, müdürümüz Tahsin Aygün’ün güldüğünü görmedim hiç. Hep takım elbiseli, kravatlı ve çok ciddi idi. İki yıl sonra Ankara Öğretmen Okulu’na atanmıştı.
O giyim kuşam ve ciddiyetle -anasının ak sütü gibi- Ankara’yı hak ediyordu bence de!
Akşam yemeğinden önceki ilk etüt “serbest okuma saati” idi. Her gün, her öğrencinin bir saat boyunca gazete, dergi, ders dışı roman, öykü, şiir türü bir kitap okuması içindi o etüt. 1940’tan başlayarak Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıllarında çok önem verilirmiş; bu serbest okuma saatine. Ancak 1946’dan, hele hele 1950’den sonra iyice tavsamış.
Nöbetçi öğretmenler, etüt saatlerinde sınıfları dolaşırdı ama ders dışı kitap okuyup okumadığımıza bakmazlardı hiç. Dahası, Türkçe-Edebiyat öğretmenleri de ilgilenmeyince, çoğu arkadaşımız ders çalışarak değerlendirirdi bu etüdü de.
İlk etüt bitince akşam yemeği yenir, bir saat sonra da ikinci etüt başlardı.
Kampana vurunca etüt biter, yatakhanelere gidilirdi. Ama her derslikte bir nöbetçi öğrenci kalır, sınıfı baştan başa iyice temizlerdi. Yerleri hafif ıslatarak süpürmek, sıraların tozunu silmek, çöp kutusunu boşaltmak onun göreviydi.
Kısaca şöyle söyleyeyim: Dersliğimizi olduğu gibi yatakhane, yemekhane, tuvaletler ile okulumuzun tüm meydan ve yollarını da biz temizlerdik. Doğrusu da bu değil miydi?
İşte o günlerden beri, hiçbir yere kâğıt da atamam ben, çöp de… Ceplerinde üniversite diploması taşıyan pek çok erkek ve kadının, içtiğin sigaranın izmaritini, yediği çikolatanın ambalajını, içtiği kolanın şişesini bindiği lüks arabanın penceresinden fırlattıklarını gördükçe, ağız dolusu küfür etmek geliyor içimden ama bunu beceremediğim için, “Yazık size o diplomaları verenlere! Yazık eğitimi bu duruma getirenlere!” demekle yetiniyorum.
Ah be Köy Enstitüleri! Ah be onların devamı olan Öğretmen Okulları, Eğitim Enstitüleri ve Yüksek Öğretmen Okulları!
Sizler gerçek bir eğitim yuvasıymışsınız da değerinizi anlayamamış, kıymetinizi bilememişiz sizin.
Bunu hâlâ anlayamayanlara, anladığı halde şu ya da bu nedenle kılını bile kıpırdatmayanlara ne desem, bilmem ki!
İsmail Hakkı TONGUÇ
1953-1954 eğitim yılında, yazılı ve sözlü sınav sonunda yalnızca 40 öğrenci almıştı; Antalya yakınındaki Aksu Köy Enstitüsü. Sınıfta kalan 4 öğrenciyle birlikte 44’tü mevcudumuz.
Oysa bizden üstteki sınıflar en az iki şube idi. Üç ya da dört şube olan da vardı. Aksu, niçin az öğrenci aldı o yıl, bilmiyordum.
Akşam yemeğinden önce 60 dakika süren bir etüt saati vardı. Derslerde olduğu gibi bu çalışma süresinin başlaması ve bitişi de kampana çalınarak duyurulurdu.
“Kampana nedir?” diyecekler için anlatayım:
Dersliklerin bulunduğu bir tepede yaklaşık bir buçuk metre yüksek bir direkte asılı kocaman bir çan vardı. Ben diyeyim 50-60, siz deyin 70-80 santimetre genişlikte…
Ve yanında keser sapı gibi demir bir sopa…
O sopayla çana vurdunuz mu, okulun her yerinden duyulabilen “dan, dan, dan” diye bir ses çıkarırdı. “Kampana çaldı”, ya da “Kampana vuruldu” denirdi buna.
Bilinen saatler dışında 3-5 kez değil de 10-15 kez çalarsa, sözgelişi yangın gibi “olağanüstü bir durum” var demekti ki, nerde olursak olalım, koşarak toplanırdık hemen, bayrak direğinin bulunduğu meydanda.
“İyi de, kim çalardı bu kampanayı?” diyeceksiniz.
O hafta, bu işle görevli olan nöbetçi öğrenci elbette… Ve onu yönetip denetleyen, son sınıflardan o hafta için seçilmiş “Öğrenci Başkanı…”
Düşünüyorum da şimdi, altı yıl boyunca hiçbir gün yanlış çalmadı o kampana.
Ne daha erken, ne daha geç…
Nasıl sağlanmıştı bu düzen, nasıl korunuyordu bu dakiklik? Bunu hiç düşünmemiştim o zamanlar.
Akşamları birinci etütten sonraki kampana, yemek saatini bildirirdi. Dersliklerin hemen yakınındaydı yemekhane. Meşin kaplı 10 kişilikti yemek masalarımız. Her gün bir arkadaş nöbetçi olur, masanın ortasına otururdu o gün.
Genellikle üç çeşit yemek olur, yemekler karavana denen büyükçe bakır çanaklar içinde öğrenciler gelmeden masalara konurdu. O masanın o günkü nöbetçi öğrenci, her yemeği arkadaşlarının uzattığı porselen tabaklara kepçeyle eşit olarak dağıtırdı. Önce çorba içilirdi. Mevsimine göre taze sebze ya da kuru fasulye, nohut gibi etli ya da kıymalı ana yemekten sonra pilav, makarna, tatlı, hoşaf türü üçüncü yemeğe gelirdi sıra.
Her öğrenciye bir bütün ekmeğin dörtte biri, yani çeyrek ekmek verilirdi. Yemek bitip de masa boşalınca, nöbetçi öğrenci karavana, bıçak, çatal, kaşık ve su bardaklarını bulaşıkhaneye götürüp verirdi.
Masaların ince temizliği beşinci sınıf öğrencilerinden seçilen “Yemekhane Başkanı”nın gözetiminde nöbetçi öğrenciler tarafından yapılırdı.
Öğretmenlerimizle, müdür yardımcıları ve müdürümüz de aynı yemekhanede aynı yemekleri yerlerdi. Onların bizden tek farkı, ayrı bir kapıdan girip çıkarlar, bir de yemekleri karavana ile gelmez, servis edilirdi.
Yemekhaneye girmeden önce dört yerde ikişerden sekiz musluk bulunurdu. İsteyen yemeğe başlamadan elini, çıktıktan sonra da elini ve ağzını yıkardı.
Dersliklerin bulunduğu binalarda tuvalet yoktu. 100 metre kadar uzaktaydı tuvaletler.
Üç yatakhane binamız vardı. Tuvaletler üçünün de içindeydi onların. Enstitünün kuruluş yıllarında yine öğrencilerin yaptığı yaklaşık 25 öğretmen lojmanı yatakhanelere yakındı. Müdür lojmanı birinci yatakhanenin üst katındaydı. Aynı yatakhanenin bir bölümü de revir ve muayenehane idi.
Şen şakrak bir bayan doktorumuz ile erkek bir hasta bakıcımız vardı. Bedia Kervancıoğlu idi doktorumuzun adı. Birinci sınıftayken, nisan ayında kabakulak olmuştum da başka arkadaşlara bulaşmaması için 21 gün yatırmıştı; doktorumuz revirde beni.
Doktorumuzun aksine, müdürümüz Tahsin Aygün’ün güldüğünü görmedim hiç. Hep takım elbiseli, kravatlı ve çok ciddi idi. İki yıl sonra Ankara Öğretmen Okulu’na atanmıştı.
O giyim kuşam ve ciddiyetle -anasının ak sütü gibi- Ankara’yı hak ediyordu bence de!
Akşam yemeğinden önceki ilk etüt “serbest okuma saati” idi. Her gün, her öğrencinin bir saat boyunca gazete, dergi, ders dışı roman, öykü, şiir türü bir kitap okuması içindi o etüt. 1940’tan başlayarak Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıllarında çok önem verilirmiş; bu serbest okuma saatine. Ancak 1946’dan, hele hele 1950’den sonra iyice tavsamış.
Nöbetçi öğretmenler, etüt saatlerinde sınıfları dolaşırdı ama ders dışı kitap okuyup okumadığımıza bakmazlardı hiç. Dahası, Türkçe-Edebiyat öğretmenleri de ilgilenmeyince, çoğu arkadaşımız ders çalışarak değerlendirirdi bu etüdü de.
İlk etüt bitince akşam yemeği yenir, bir saat sonra da ikinci etüt başlardı.
Kampana vurunca etüt biter, yatakhanelere gidilirdi. Ama her derslikte bir nöbetçi öğrenci kalır, sınıfı baştan başa iyice temizlerdi. Yerleri hafif ıslatarak süpürmek, sıraların tozunu silmek, çöp kutusunu boşaltmak onun göreviydi.
Kısaca şöyle söyleyeyim: Dersliğimizi olduğu gibi yatakhane, yemekhane, tuvaletler ile okulumuzun tüm meydan ve yollarını da biz temizlerdik. Doğrusu da bu değil miydi?
İşte o günlerden beri, hiçbir yere kâğıt da atamam ben, çöp de… Ceplerinde üniversite diploması taşıyan pek çok erkek ve kadının, içtiğin sigaranın izmaritini, yediği çikolatanın ambalajını, içtiği kolanın şişesini bindiği lüks arabanın penceresinden fırlattıklarını gördükçe, ağız dolusu küfür etmek geliyor içimden ama bunu beceremediğim için, “Yazık size o diplomaları verenlere! Yazık eğitimi bu duruma getirenlere!” demekle yetiniyorum.
Ah be Köy Enstitüleri! Ah be onların devamı olan Öğretmen Okulları, Eğitim Enstitüleri ve Yüksek Öğretmen Okulları!
Sizler gerçek bir eğitim yuvasıymışsınız da değerinizi anlayamamış, kıymetinizi bilememişiz sizin.
Bunu hâlâ anlayamayanlara, anladığı halde şu ya da bu nedenle kılını bile kıpırdatmayanlara ne desem, bilmem ki!
HÜSEYİN ERKAN
YAŞAMAK ZAMANI
mail_outline : huseyinerkan.antalya@gmail.com
Diğer Makaleler
- Aksu Köy Enstitüsü - 6
- Aksu Köy Enstitüsü 5
- Aksu Köy Enstitüsü 4
- Köy Enstitüleri: 3
- 1953 Aksu Köy Enstitüsü
- Köy Enstitüleri: 1
- Dikenli Tarladan Gül Bahçesine: 33
- Hele bir yenelim şu düşmanı
- Eyvah, Eyvah! Ne Yapacağız Şimdi?
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine – 30
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine - 29
- Fetullah’ı Amerika’ya yerleştiren hekim!
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine 28
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine: 27
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine: 26
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (25)
- Neden Dersiniz Acaba?
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (24)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (23)
- Kaybolan Yıllar
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (22)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (21)
- Dikenli Tarlasından Gül Bahçesine: 20
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (19)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (18)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (17)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (16)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (15)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (14)
- Yansıtmak ve... Eylem
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (13)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (12)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (11)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (10)
- Dikenli Tarladan Gül Bahçesine (9)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (8)
- Atınbeşik, Ömer Duruk ve…
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (7)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (6)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (5)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (4)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (4)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (3)
- Diken Tarlasından Gül Bahçesine (2)
- Diken tarlasından Gül Bahçesi'ne... (1)
- Ayı Gibi Armut Yiyen Adam
- Umutların Peşinde
- Çağla Tadında Bir Hasanoğlanlı
- Aldım, payıma düşeni ben de…
- Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra (2)
- Kırk Yıl Önce, Kırk Yıl Sonra
- Yine Bize Düştü Şükretmek
- Doğu Perinçek mi, Erol Manisalı mı?
- Sizi şaşırtan oldu mu hiç?
- Elçiye Zeval Olmaz
- İnanıyor musunuz siz?
- Unutulmaz iki bakan!
- Değiştirebiliriz, kaderini ülkemizin
- Dün Komünist, Bugün Terörist!
- Va mı bunun başka bir izah tarzı?
- Zenginler Kulübü haklı
- Ve Maalesef Keçileri Kaçırdık Biz!
EN ÇOK OKUNAN
- Bakan Mehmet Nuri Ersoy Back to Travel 2022'de konuştu; 'Turizmde hedeflerimiz büyük’’
- Subaşı; “Kentlerin geleceği oldu-bittiye getirilemez”
- Alman turizm sektörünü bir Türk bir araya getirdi :
- Ukraynalı baba cinnet geçirdi
- Tarihi Kaleiçi Yat Limanı’nda deniz dibi temizliği
- ‘Türk turizminde Almanlar yeniden bir numara olacak’
- Konyaaltı’nda işçileri sevindiren zam
- Muratpaşa'da Vezne saatleri düzenlendi
- Mavi Kelebekler son deplasmanda galip
- Muratpaşa Belediyespor’da yeni yöneticiler
- İki Ucu Keskin BıçakDR. ALİ YILMAZ
- Bu Misafirlik Bitsin Artık!DR. ALİ YILMAZ
- Böcek Büyük Yara AldıDR. ALİ YILMAZ
- Aslanlar kendi öykülerini yazmadıkça!..iBRAHİM UYSAL
- Tavık mı, Cigara mı?AHMET TEK
- Gezdim Anadolu\'yuiBRAHİM UYSAL
- Devlet, Cumhuriyet, Demokrasi, OligarşiiBRAHİM UYSAL
- Devlet Ne İşe YarariBRAHİM UYSAL
- 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın Önemi Ve Kutlama EsaslarıKEMAL KARAKUZEY
- Konuşuyoruz, konuşuyoruz, anlaşamıyoruz!.iBRAHİM UYSAL
