Yılkı Atlarının Peşinde

Bu sabah erkenden;  doğasever, fotoğraf aşığı dört kafadar rüzgârda savrulan yeleleriyle dörtnala koşan yılkı atlarını görmek için yola çıktılar…

Arkeolojik bulgulara göre atlar yaklaşık 6000 yıl kadar evvel Avrasya Bozkırları’nda (Ukrayna, Güneybatı Rusya ve Batı Kazakistan) evcilleştirilmişlerdir. Binlerce yıldır etinden, sütünden ve iş gücünden yararlanılan bu hayvanlara duyulan ihtiyaç, sanayinin gelişmesiyle azalmıştır. Bakım ve beslenmesi giderek zorlaşan atları kış aylarında doğaya salmak, bahar aylarında yeniden yakalayıp kullanmak gelenek haline gelmiştir. Yılkı Atı diye adlandırılan bu hayvanlar son yıllarda sahipleri tarafından tamamen doğaya terkedilmiştir. Sahipsiz kalan atlar çoğalarak sürüler halinde dolaşmaya, yırtıcı hayvanlardan korunmaya çalışmışlardır.

Pek çok insanın ilgisini çeken bu asil hayvanlar, doğa fotoğrafçılığında ayrı bir öneme sahiptir. Likya’nın Dağları ve Yaylaları Gurubu Lideri Ömer Faruk Gülşen (Namı diğer; Yürüyen Dağ), Korkuteli’nin yaylalarında bu asil hayvanları gördüğünden söz etmiş, bizi de götürmeye söz vermişti.  

Ömer Hocamızın arazi aracıyla sabah erkenden Korkuteli’ne doğru yola çıktık. Köy yollarına girdiğimizde, sol taraftaki ovanın üzerine inen sis tabakasını farkederek durduk ve sisin oluşturduğu görsel şölene dalıp gittik. Ömer Hoca “Atları unuttunuz”  deyince yeniden yola koyulduk.  Yaşayan yokmuş gibi görünen Avdan Susuzu mezrasında ovayı bir kez daha seyrettik. Yıkılmış duvarları, hüzünlü toprak evleriyle tarih kokan mezrayı geçip Beğiş Susuzu mezrasına ulaştık. Mezranın, nispeten daha iyi durumdaki evlerini izleyerek yola devam ettik. Beğiş Susuzu Köyünün yukarı kısımlarında bulunan İmecik köyünün güney tarafında yer alan Çakmak Yaylasına çıktık. Tam altında küçük bir pınar bulunan söğüt ağacının dibinde durduk. Yaya olarak çevreyi araştırmaya başladık. Atlara ait izlere rastladık ama yol, kar ve buz nedeniyle kapanmıştı. Daha fazla ilerleyemeyeceğimizi anlayınca aracımıza geri döndük. Oradan İmecik, Avdan, Ovacık köylerini geçerek Müren Yaylası’na çıktık. Müren yaylası da kar, buz ve çamurla kaplıydı. Yaylalara tırmandıkça, hava da soğumaya başlamıştı. Yılkı atlarını görmeyi öyle çok istiyorduk ki, taze izleri görünce heyecanlandık. Mümkün olan her tarafı aradık ama atları bulamadık. Tahminimize göre hayvanlar birkaç saat evvel buradan ayrılmışlardı. Dolanarak Avdan köyüne geldik.  Köy meydanında bulunan eski bir çeşmeden su içtik.  Güneşe karşı uzanmış geviş getiren ineklerin fotoğraflarını çektik. Oradan geçen köylülerle sohbet ettik. Köyde düğün varmış, bizi de davet ettiler. Eğer vaktimiz kalırsa dönüşte uğrayacağımıza söz verdik.

Minik molamızın ardından, Yılkı atlarını aramayı planladığımız son bölgeye doğru hareket ettik. Müren Yaylası’nın Böğürçek mevkiine geldik. Yol üzerinde gördüğümüz her at dışkısı doğru yönde olduğumuzu düşündürüyor ve bizleri heyecanlandırıyordu. Gözlerimiz dört bir yanı radar gibi tararken “atları önce kim görecek?” diye şakalaşıyorduk.

 İşaretler sıklaştıkça Ali Kemal arkadaşımız “inşallah göreceğiz” derken,

 Nebahat arkadaşımız ise “Benim hiç at fotoğrafım yok. İnşallah bu gün çekerim” diye dua ediyordu.

Ben ise “Atlar beni sever. Bu gün muhakkak göreceğiz” diyerek umut vermeye çalışıyordum.

Ömer Hoca da hepimize “ Ağzınızı değil gözünüzü açın, etrafa iyice bakın!” diye bize yön veriyordu. Neredeyse yayla yolunun kar ve buzdan kapandığı noktaya gelmiştik ama atlara hala rastlayamamıştık.

Ümitlerimizin iyice azaldığı bir sırada, dağın yamacında bir karaltı fark ettik. Ben, ne olduğunu anlamaya çalışırken, Ömer Hoca  “Şu karaltı at değil mi?” diye sordu. Ali Kemal heyecanla  “Hocam sanırım at” dedi. Ben  “Karar veremedim” demeye kalmadan Nebahat “ Oleeeyy” diye bağırdı…

“Bir at varsa sürü de buradadır” diye sevinçle arabadan atladık. Ömer Hoca aracın yanında kaldı. Nebahat, Ali Kemal ve ben karla kaplı toprak yolda elimizde fotoğraf makinaları atın bulunduğu yamaca doğru yürümeye başladık. At, kıpırdamadan bizden yana bakıyordu. Biraz yaklaştığımızda hızla yerini değiştirdi, durdu ve yine bizi izlemeye başladı. Yaklaştığımızı düşündüğümüz bir sırada yeniden uzaklaştı. Bunu durum sürekli tekrar ediyor, biricik atımızın yanına bir türlü yaklaşamıyorduk.  Ali Kemal ve ben iyice hızlandık. Arada fotoğraf çekmeye çalışıyor ama uzaklık nedeniyle zorlanıyorduk.  

Ben, “ Ali Kemal bu at bizi sürüden uzaklaştırıyor olmasın?” dedim. Ali Kemal de benzer şekilde düşünüyormuş. Hayvana yeterince yaklaşamayacağımızı anlayınca taktik değiştirdik. Onun ters yönünde yürüyerek tepeye tırmanarak arkasındaki vadiye bakmaya karar verdik. Tırmandıkça etraftaki izleri dikkatle inceliyor, havayı kokluyor, seslere kulak kabartıyorduk. Taze at pislikleri ve idrar kokusu sürünün geri kalanının çok yakınımızda olduğunu düşündürüyor, heyecanımızı iyice tırmandırıyordu.  Bir an önce hepsini görmeyi ve fotoğraflamayı istiyorduk. Tepeye ulaştığımızda heyecanla arkasına yürüdük. Bir tane bile at olmayan karlı vadiyi hüzünle seyrettik. O sırada hayli geride kalan Nebahat, tepeyi aşmak yerine vadi boyunca yürüyerek ata bir hayli yaklaştı. Asil hayvan Nebahat’ın onu fotoğraflamaya geldiğini hissetmiş gibi dakikalarca kıpırdamadan adeta poz verdi. Gülerek şöyle dedim; “ Ali Kemal, bizim Nebahat atla sohbeti iyice koyulttu. Baksana bizden kaçan yaramaz ablasına nasıl da poz veriyor”  Ali Kemal de güldü ve “Kısmet” dedi.

Birkaç tepe daha aşıp arkasında bir şey bulamayınca geriye dönmeye karar verdik. Buraya gelirken yol kenarında park etmiş boş bir araba görmüş, avlanmaya çıkan insanlar olduğunu düşünmüştük. Sanırım bizden önce buraya ulaşan avcılar hayvanların korkup uzaklaşmasına neden olmuş, bu yaramaz at da tek başına burada kalmıştı.  Buraya kadar gelmişken elimiz boş gitmeyelim diye de bol bol kar fotoğrafı çektik.

Geldiğimiz tepeleri bir bir aşıp aracımıza doğru ilerlerken vadide bulunan Nebahat’ı gözden kaybettik. Seslendik cevap gelmedi. Son tepeyi de geçip Ömer Hocayı ve aracını bıraktığımız noktaya ilerlediğimizde Nebahat hâlâ ortalıkta yoktu. Seslendik yine cevap gelmedi. Telefonla aramak istedim, çekmiyordu. Her taraf kar, buz, çamur. Vadinin karşısından Ömer Hoca da “Nebahat nerede?” diye seslenince iyice telaşlandık. Arkadaşımız, doğada yürüme konusunda bizler kadar tecrübeli değildir. Ayağı mı kaydı, karla dolmuş bir çukura mı düştü, yolunu mu kaybetti diye düşünüp iyice endişelendiğimiz bir sırada sevgili Nebahat’ımız vadinin sol yanında belirdi. İnanın, binlerce at görsem bu kadar çok sevinemezdim.

Yeniden yola koyulduk. Havanın ısısı düştükçe donan sular yüzünden yol pek çok noktada oldukça tehlikeli bir hal almaya başlamıştı. Ömer Hoca son derece dikkatli bir şekilde yol alırken bizler, “Hiç at görmemektense bir at görmek daha iyidir” diye konuşup gülüşüyorduk. Ovacık köyüne geldik. Meydanındaki, çeşme başında mola verdik. Ali Kemal köyü dolaşıp fotoğraf çekeceğini söyledi ve bizden ayrıldı. Biz orada bulunan piknik masasında bir şeyler atıştırırken köyün yaşlıları yanımıza geldiler. Sohbet ettik. Anlattıklarına göre, köylerde hiç genç kalmamış. Hepsi büyük şehirlere göç etmiş. Burada kalan yaşlılar her işlerini kendileri yapıyorlarmış. Yaşlılık nedeniyle evlerini tamir edemediklerini, bağ ve bahçelerine iyi bakamadıklarını, tarlalarını ekemediklerini söylediler.  Gerçekten çok üzüldük.

Molamız bitince yaşlı ve bilge köy insanlarına veda edip oradan ayrıldık. Yine toprak yollardan geçip Avdan köyüne geldik. Öğlen başlayan düğün köyün çok amaçlı sosyal tesisinde hala devam ediyordu. Düğün sahiplerinin davetiyle salona girdik. Pistte halay çeken gelin ve akrabalarının arasına karışıp halaya durduk. Halay sonrası tesisin bahçesinde düğün yemeği ikram ettiler. Çok da nazlanmadan mis gibi yemekleri afiyetle yedik. Bu arada gelin ve damadın hikâyesini öğrendik.  Avdan köyünden askerliğini yapmak üzere Siirt’e giden damat, gelin hanımı orada görmüş ve sevmiş. Bu gün de evleniyorlarmış. Buranın usulüne göre damat bey, düğün akşamına kadar arkadaşları tarafından gezdirilir, eğlendirilir ama düğüne getirilmezmiş. Akşamüstü düğün alanına getirilen damat sırtına yumruk yiye yiye gelin hanımın yanına uğurlanırmış. Biz keyifle düğünün ve yemeklerin tadını çıkarırken birden bire silahlar atılmaya başladı.  Maalesef eski bir geleneği sürdüren köy insanları bizi hayli ürküttüler. Neyse ki atış yapmayı kısa kestiler.   

Vedalaşıp ayrılırken “Yine gelin”  diyen köy halkının gösterdiği misafirperverlik bizi çok mutlu etti. “Kısmet!” dedik…

Hava iyice soğumuş dönüş vakti gelmişti.  Camları bile çamur içindeki aracımıza binerek Beğiş köyüne doğru hareket ettik. Köyü geçip Korkuteli yoluna çıktık. Yol kenarında dağ mantarı satan insanlara selam verdik. Antalya’ya yaklaştığımızda bir akaryakıt istasyonunda durduk. Ömer Hoca tazyikli suyla aracımızın çamurlarını akıttı.

Bu sabah yola çıkarken yılkı atlarını görmeyi hayal etmiştik. Kış aylarında yaşadıkları söylenen bölgeleri gezmiş maalesef sürüyü görememiştik. Atların yerine,  unutulmuş köyleri, yalnız kalmış bilge yaşlıları görmüş, köy düğününe katılmış,  harika bir coğrafyada zaman geçirmiştik. Bir görünüp bir kaybolan biricik at’ımızı yüreğimizde taşıyarak yorgun ama mutlu bir şekilde evlerimize döndük.

( 22-12-2018)

Yayın Tarihi
30.12.2018
Bu makale 2338 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!