YAŞAMAK ZAMANI

Diken Tarlasından Gül Bahçesine (7)

Sevince Daha Güzel Oluyor Her Şey

Evet… Diken tarlasına bir bahçıvan evi kondurup içine de bahçıvan bir aile yerleştirdikten sonra, bizim evi yapmaya gelmişti sıra.

            Elde avuçta ne varsa tüketmiştik ama sonbahara da girmiştik artık. Okullar açılmıştı. Dolayısıyla yayınevimizin bereketli dönemi de başlıyordu. Yüklüce siparişler alıyorduk okullardan, kurslardan, bayilerden.

            Öyleyse, işe girişebilirdik artık korkmadan.  

            Bahçıvan evini yaparken, ne ben Mehmet Usta’yı üzmüştüm, ne de o beni… Ne gerek vardı, başka bir usta aramaya.

            “Gel bakalım Mehmet Usta!” dedik yine.

            “Bize de bir ev yap arkadaş.”

            “Hay hay, yapayım da nereye ve nasıl bir ev olsun? Siz onu söyleyin bana.”

            Haklıydı ustamız.

            Onun görüşünü de alarak yerini saptadık önce. Eşim Güler:

            “Köşk değil, villa değil; küçük bir köy evi istiyorum ben.” deyip duruyordu ısrarla.

            Hayret, başka bir hanım olsa onun yerinde, ünlü bir mimara güzel bir köşk planı çizdirmez miydi önce?

            Güler, çok faaldi o yıllarda. Modellerini ve kalıplarını hazırladığı “Provasız Giyim Kalıpları”yla birlikte “Etek Bluz Elbise” adlı kitabı da çok beğeniliyordu.

            Ayrıca TRT-1’de özellikle hanımlar için programlar hazırlayıp sunuyordu.  Yine bir gazetede her gün köşe yazısı yayınlanıyor ve başka bir gazetede de haftada bir ek veriyordu.

            Ve yine, yayınevimizde satılan bütün ürünler de onun eseriydi.

            Tüm bunlara karşın o, “Ben küçük bir köy evi istiyorum.” diyor da başka bir şey demiyordu.

            Biz kızım, eşim ve ben olmak üzere üç kişilik bir aileydik ama deniz kıyısında beş odalı yazlık dubleks bir villadan gelecektik buraya. Küçücük bir ev bize yetse bile dostlarımız, hısım akrabamız yok muydu bizim?

            Nasıl ki Florya’daki kışlık evimize, Büyük Erseven Tatil Köyü’ndeki yazlığımıza memnuniyetle konuk kabul ediyorsak, burada hayır mı diyecektik?

            “Canım benim! Evde dört duvar arasında değil bahçede, havuz kenarında, çimlerin üstünde, ağaçların altında…” diye yanıtlıyordu eşim.

            Haklıydı, haklıydı da… Ben de ısrar ederek onun belirlediği sınırları yanlardan, önden ve arkadan biraz biraz genişletip duruyordum.

            “Sen bilirsin, ben karışmıyorum artık!” deyip bana bıraktı sonunda her şeyi.

            Oh be! Özgürlük gibisi var mı?         

            Ne istediğini biliyordum eşimin. Onu da dikkate alıp kırmayacak, üzmeyecek bir şekilde istediğimi rahat rahat yapabilir, düşündüğümü özgürce uygulayabilirdim artık.        

            En az üç odalı olmalıydı evimiz. Ve en önemlisi her odanın banyosu, tuvaleti…

            Odalar arkada küçük olabilirdi. Çünkü yatmadan yatmaya kullanılacaktı onlar. Ama geniş mi geniş olmalıydı; havuza ve çimlik alana bakan balkonu. Çünkü sabahtan yatsıya dek en çok kullanılacak yer olacaktı orası.

            Ve salon da balkona açılmalıydı; geniş bir kapı ile mutfak da… Her olasılığa karşı da yerden bir metre kadar yüksekte olmalıydı ev.

            İşte böyle düşünüp bahçıvan evinden sonra ikinci kez, bir ev planı daha çizdim acemice.

            “Tamam hocam, nasıl isterseniz öyle yaparım ben.” dedi; Mehmet Usta.

            “Yalnız, pek fazla gecikmeyelim ki, yağmurlar başlamadan temeli atmış olalım. Gerisi kolay…”

            “Haklısın usta. Benden yana sorun yok. Sen ne zaman hazırsan, başlayabiliriz.”

            “Yarından sonraya ne dersin hocam?”

            “Çok iyi olur, derim; uygundur.”

            İşte böyle başlamış olduk; dikenli tarladaki bizim köy evimize.

            Hiç değilse Silivri Kaymakamı, Belediye Başkanı, Emniyet Müdürü, Jandarma Karakol Komutanı, Kavaklı Köyü Muhtarı ve İmamını, en önemlisi de Silivri Müftüsü’nü davet edip mangallar yaktırarak yağlı ballı, baklavalı bir ziyafetten sonra müftünün yapacağı dua ile temel attırmayı düşünemedim; nedende o zaman!

            Gençlik işte! Henüz kırklı yaşlardaydım o yıllar. Aklımız bir karış havalarda… Oysa tut iki davulcu, iki zurnacı. Yeri göğü inleterek çalsınlar sabahtan akşama kadar. Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet gibi ulusal gazetelerde değilse bile, yerel gazetelerde yürüsün nâmın. Değil mi ya!

            Neyse, kaçırdık o fırsatı!

            Sessiz sedasız, gürültüsüz patırtısız, patlamadan ne tabanca ne tüfek, çatlamadan hiçbir havai fişek ve de Arapça duasız ve fâtihasız atıldı; köy evimizin temeli.  

            Öğleyin, lahmacun ve pide yaptırıp getirdim. Yanında da bolca ayran ve kola… Ayrıca isteyene sütlaç, isteyene muhallebi…

            Bahçıvan İlyas Efendi ile eşi Sebile Hanım’ı da çağırdım. Hep birlikte yedik; güneşin bağrında. Gölgesinde oturacak tek ağacı yoktu ki arazimizin.

            Herkesle birlikte ben de doyurdum karnımı. “Sıcak bir çay olsa iyi giderdi şimdi.” diye düşünüverince kalktım hemen.

            Köy arabayla iki, Silivri beş dakika… Silivri’ye gittim. Bir zücaciyeye uğrayıp güzel bir tepsi, on kadar çay bardağı ve çay kaşığı, bir sürahi, su, beş altı su bardağı ile bir çaydanlık ve demlik aldım. Sonra bir marketten birkaç paket çay, birkaç kilo kesme şeker ve bolca bisküvi…

            Hemen dönüp geldim. Aldıklarımı İlyas Efendi ve Sebile Hanım’a verip:

            “Bak İlyas Efendi! Güneşin bağrında çalışıyor bu arkadaşlar. Sabah işe başladıktan yaklaşık iki saat sonra çay demleyin, yanına da bisküvi koyup götürün. Öğle yemeğinden sonra ve ikindi zamanı da yine çay verin. Tükenirse ben yine alırım; çekinmeyin. Bir de evinizin tuvaletini rahatlıkla kullanabileceklerini söyleyin.” dedim.

            “Peki Hüseyin Bey, siz merak etmeyin. Çaysız ve susuz bırakmayız biz onları. Elbette tuvaletimizi de kullanabilirler. Söylerim.”

            “Okullar açıldığı için ben her gün gelemem. Hafta sonları ve çok gerekli olduğu günlerde gelirim. Buranın sahibi sensin İlyas Efendi. Çalışanlara dikkat et. Mehmet Usta da her an bulunmayabilir başlarında. Komutan sensin. Anlatabildim mi?”

            “Anladım Hüseyin Bey. Gerekeni yaparım ben, siz hiç merak etmeyin.” dedi.

            Önemli olan başlamaktır.

            Haydi, deyip başladığımıza göre elbette hayırlısı ile bitecekti bu iş de.

            Mehmet Usta’ya olduğu kadar, henüz tanıyalı birkaç gün de olsa İlyas Efendi’ye de güvenmiştim. Ayrıca insan olarak da sevmiştim; ikisini de.

            Siz de bilirsiniz ki, sevince daha güzel oluyor her şey. (Devam edecek…)

Yayın Tarihi
24.09.2021
Bu makale 724 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!