YAŞAMAK ZAMANI

Diken Tarlasından Gül Bahçesine (23)

Var mı sizin de böyle bir sevgiliniz?

 

Neden bilmem, aşırı bir sevgim var benim, kavak ağacına karşı. Oysa meyvesiz bir ağaçtır o. Dimdik yükselir; minare boyu. Çiçek de açmaz üstelik.

Çocukluğumda, Akseki’nin Gödene köyündeki bahçelerimizde ve ekin ektiğimiz arazilerimizde hiçbir kavağımız yoktu bizim. Zaten bütün köyü arayıp tarasanız toplam beş-onu geçmezdi. (O yıllarda, kavak yerine selvi denirdi hep bizim oralarda.)

Babam, yaz aylarında Manisa, Aydın ve özellikle de Turgutlu dolaylarında pamuk çapası yaparak kazandığı para ile evimizin yanındaki viraneliği satın almıştı; köy muhtarlığından.

“Bırak ağacı, ot bile bitmeyen bu taşlı çakıllı yere onca para verilir mi” diye eleştirmişti babamı, birçok akraba ve tanıdık.

İlkokul iki ya da üçe gidiyordum o sıra. Olumlu ya da olumsuz bir şey düşünmedim sanırım. Fakat babamın mutluluğuna diyecek yoktu.

Satış senedini cebine koyduktan sonra kış, yaz demeden, elinde kazma, kürek babamı çalışırken görüyordum hep orada.

Günlerce, aylarca değil yıllarca sürdü bu çalışma. Taşları bir yana, çakılları bir yana ayırdı. Evimizin önündeki ilkokul ve önünden geçen yol hizasına yaklaşık 2 metre yükseklikte bir duvar ördü önce. Böylece, yolgeçen hanı olmaktan kurtardı o yamacı.

Sonra oradan buradan kendi ördüğü küfe ve selelerle taşıdığı toprakları yayarak üç dört metre eninde, sekiz-on metre uzunluğunda düz bir mandal elde edince babamdaki sevinci bir görmeliydiniz.

O ilk duvardan birkaç metre ötede mandal boyunca ikinci bir duvara başladı. Yine yaklaşık iki metre yükseklikte… Bitince duvar, üstündeki yamacı devirmeye başladı bu kez. Kazma ile, kürekle, çükürle… Adım adım… Kim bilir kaç gün, kaç hafta, kaç ay sürdü?

Evimizin doğuya bakan tek penceresi ve çardaktan izleyebiliyordum babamı. Hiç şikâyet etmeden sessiz sedasız çalışıyordu. Ne benim bir yardımım olabiliyordu, ne ablam Peruze’nin. Yusuf ve Ayfer kardeşlerimse benden küçük...

Çok cefalar çekmiş olan babaannem, ki biz hep “nine” derdik ona, epeyce yaşlandığı için hareket yeteneği oldukça zayıflamıştı artık. Dolayısıyla anneme kalıyordu; evin tüm yükü. Hayvanların bakımı, beslenmesi… Keçilerin sağımı, sütten yoğurt, yoğurttan tereyağı ve bizim keş dediğimiz lor peyniri yapmak da… Hamur yoğurmak, yufka açmak, sacda pişirmek… Yemek yapmak, sofra kurmak, bulaşık, çamaşır…

Dağdan keçilere purç kesip sırtına yükleyip getirmek… Gübreleri çuvallara doldurup bağa, bahçeye götürmek… Saymakla bitmez onun yaptığı işler. Hayrettir, bir gün olsun, annemin de yakınlığını duymadım ben.

İkinci mandalı da elde edince babam, ara sıra ziyarete gelen komşular:

 “Biz yanılmışız; ‘yazık etti parasına’ demekle. Meğer sen haklıymışsın Osman Aga. Çalışmakla, emekle hiçbir işe yaramaz gibi görünen viranelik ne hale geliyormuş; hayret!” diye takdirlerini dile getiriyorlardı; sigaralarını tüttürürken.

Her geçen gün biraz daha güzelleşiyordu; o eski çirkin manzara. Üçüncü duvardan sonra üçüncü mandal da çıktı ortaya. Şimdi, evimizin üst yanından geçen yol boyuna da bir duvar yapmaya gelmişti sıra. Öndeki üç duvarı kimseden yardım almadan yapan sevgili babam için çocuk oyuncağıydı bu.

Bırakın inek, öküz gibi büyükbaş hayvanları, çok çevik yaratıklar olan sevimli keçiler bile giremezdi artık bu bahçeye. Öyleyse fidan dikmeye gelmişti sıra.

İncirimiz ve dudumuz vardı; çardağımızın önünde. Mevsimi gelince, çardaktan elimizi uzatarak koparıp yiyebiliyorduk ikisini de.

Elma, armut, kiraz, badem, erik fidanları bulup dikildi önce. Ve ben adı sonradan “Öğretmen Okulu” olan Aksu Köy Enstitüsü’nde okuma hakkı kazandım o yıl.

Yaklaşık dokuz ay sonra, okul tatil olunca döndüğümde, bir yıl önce dikilen fidanlar çoktan yeşermişti.

“Evimizin bahçesi çok güzel oldu baba. Ama bir isteğim var senden.” dedim.

“Söyle yavrum. Yapabileceğim bir şeyse memnuniyetle. Nedir?”

“Şu yukarıdaki yol boyunca uzanan duvarın önüne sıra sıra selvi diksek nasıl olur?”

Birkaç saniye düşünüp:

“Hem de çok güzel olur; bahçeye de ayrı bir hava verir, yola da… Nereden aklına geldi bu senin?”

“Bilmem. Bir an için öyle hayal ettim işte. Gerçekten çok hoş bir görüntü olur. Ayrıca kuzey sınırında olduğundan bahçeye gölge yapmayacağı için başka fidanların büyümesine de engel de olmaz.”

“Doğru söylersin. Şimdi zamanı değil ama. Önümüzdeki yıl ilkbaharda dikerim ben. Okul tatil olup da geldiğinde yeşerdiklerini görürsün inşallah! Hay aklınla bin yaşa sen!”

Dediğini yapan, hem de öyle böyle değil özenle, hakkıyla yapan bir insandı babam. Onun için, mektuplarımda, “Selvi fidanlarını dikmeyi unutma baba” demedim hiç. Ama o, fidanları diktiğini, birkaç kez de suladığını ve yeşermeye başladığını yazdı bana.

Yazın köye gittiğimde, çeşmeden güğümle su taşıyarak birkaç kez de ben suladım. İki üç yıl içinde, boyu kimi yerde iki buçuk metreyi geçen duvarla boy ölçüşüyordu selviler.

Silivri’deki “Küçük Çiftlik”imizde komşum Hanefi Bey’le uzanan 120 metrelik sınır boyunca kavak ve gül dikmiştik hep.

Bolca da sulayınca bahçıvanımız İlyas Efendi, kısa sürede büyüyüp güzelleştirdiler yol boyunu. Sekiz on yıl sonra minare boyu uzayıverdi hepsi de.

Şair ve Ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu, çok sevdiğim bir şiirinde her ne kadar:

            Ben arıya arı demem

            Arının balı olmalı.

            Ben güzele güzel demem

            Güzel faydalı olmalı.

            Güzel dediğin işe yaramalı.

            Kadın mı, hamur yoğurmalı,

            Çocuk doğurmalı.

            Ağaç mı, meyve vermeli,

            Çiçek mi, kokmalı…

derse de meyve vermemesine karşın, başını hiç eğmeyen kavakları severim ben.

Ya siz?

Var mı sizin de böyle bir sevgiliniz?  (Devam edecek)

Yayın Tarihi
22.01.2022
Bu makale 641 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!