YAŞAMAK ZAMANI

Aksu Köy Enstitüsü 5

İstanbul Türküsü


nasıl yener onca zorluğu diye
kuşkulanmanıza gerek yok bence
görürsünüz aşar her engeli o
gülü seven için diken nedir ki!


                                   H.E.

            Neden bilmem, Aksu Köy Enstitüsü’nde (ki sonradan Aksu Öğretmen Okulu oldu adı) akşam yemeğinden önceki birinci ve yemekten sonraki ikinci etütte ders çalışmayı hiç sevemedim ben.
            Varsa ödevlerimi yapardım ama en çok da ders dışı roman, öykü, şiir gibi kitaplar okurdum hep. Ancak sabahları kahvaltıdan önceki etüdü ders çalışarak değerlendirirdim.
            Dolayısıyla sınavlarda, her üç etütte de ders çalışan arkadaşlarım benden yüksek notlar alırlardı genellikle. Özellikle İbradılı Hasan Çelik, Salim Koçak, Nuri Baş sonradan soyadını “Türkelli” olarak değiştiren Recep Kazar, Aksekili Zekâi Önal, Mersinli Seyfi Kubilay, Veli Özgen, Ömer Kars, Remzi Mert ile Manavgatlı Mustafa Söyler ve Serikli Cevdet Can’ın her dersten daha yüksek olurdu notları benden.
            Hayrettir, hiç rahatsız etmezdi bu beni. “Neden onlar yüksek, ben düşük not alıyorum? Benim başım kel mi?” demek aklımın köşesinden bile geçmezdi.
            O günlerde 10 üzerinden verilirdi notlar. En yüksek not 10 ve 9 pekiyi, 7-8 iyi, 5-6 orta, 5’ten aşağısı da zayıf kabul edilirdi.
            5 ve üzeri notlar, sınıf geçmeye yeter sayıldığına göre, “Fazlasına ne gerek var! 5 yeter de artar bana.” diye düşünürdüm. O nedenle yüksek notlar almak için ders kitapları ve ders notlarını noktasına virgülüne kadar ezberleyen kimi arkadaşlara hiç benzemiyordum ben.
            Niçin öyle yapıyorlardı bilmiyorum ama Aksu’da karne vermiyorlardı bize. Karne tatili başlamadan bir-iki gün önce, akşam etütlerinden birinde, bir müdür yardımcısı gelir, elindeki defterden her birimizin notlarını okurdu; numara sırasına göre.
            Üçüncü sınıftaydım sanırım. Sıra benim notlarımı okumaya gelmişti:
            “376 Hüseyin Erkan!”
            “Buradayım efendim”
deyip ayağa kalktım.
            “Yaz bakalım.”
            Defterim ve kalemim hazırdı zaten.
            Müdür yardımcımız başladı okumaya:
            “Beş, beş, beş, beş, beş…”
            Bütün sınıf gülmeye başladı. Öğretmenimiz de…
            “Bunu nasıl becerdin Erkan? Ne 6 var, ne 4…” diyerek şaşkınlığını belirtti; aynı zamanda sosyal bilgiler öğretmenimiz olan Mehmet Karakapıcı.
            Aksu’ya, sözlü sınava gitmeden iki hafta öncesine kadar, ders kitabı dışında başka kitap görüp okumamıştım. İlkokul beşinci sınıfa geçtiğim yaz, nereden bilmem, bir gazete geçmişti elime de, okunmadık yerini bırakmamıştım.

            Ah bir gazete, dergi, kitap veren olsa, dünyalar benim olurdu ama!..
            Kim nereden bulacak, nereden alacak da verecek bana!
            Babam, eski harflerle yazılı bir kitaptan, kış geceleri gaz lambası ışığında sesli olarak Battalgazi öyküleri okurdu da can kulağıyla dinlerdik ailece.
            Bir de “Kesik Baş” masalını anımsıyorum.
            İşte hepsi bu... 11 yaşıma kadar başka bir şey girmedi beynime ve yüreğime. Bu açlıktan olsa gerek, ders dışı kitaplara karşı biraz fazlacaydı; ilgim ve hevesim.
            Aksu’da birinci sınıftayken Necdet Hızır’dı Türkçe öğretmenimiz..Bir özelliği olmasa gerek ki, anımsamıyorum; dersi nasıl işlediğini. Ancak, bize ezberlettiği iki şiir vardı ki, onları hiç unutmadım.
            Biri, Orhan Veli’nin “İstanbul Türküsü”…Hani:
                        İstanbul'da, Boğaziçi'nde,
                        Bir fakir Orhan Veli'yim;
                        Veli'nin oğluyum,
                        Târifsiz kederler içinde.

                        Urumelihisarı'na oturmuşum;
                        Oturmuş da bir türkü tutturmuşum:
                        “İstanbul'un mermer taşları;
                        Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
                        Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
                        Edâlım,
                        Senin yüzünden bu hâlım.’”
diye başlayıp:
                        “İstanbul'un orta yeri sinema;
                        Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama”
diye devam eden güzel şiiri.
            İkinci şiir Nâmık Kemal’den “Vatan Şarkısı” idi.
                        Âmâlimiz efkârımız ikbâl-i vatandır
                        Serhaddimize kal’a bizim hâk-i bedendir
                        Osmanlılarız ziynetimiz kanlı kefendir
                        Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz
                        Osmanlılarız, cân veririz, nâm alırız biz.
diye başlıyordu ilk kıta.
            12 yaşlarındaki ortaokul 1. sınıf düzeyindeki öğrenciler için dili biraz eski ve ağır da olsa, bu şiiri de sevmiş ve ezberlemiştim.
            Bu şiirleri bize verip ezberlettiğine göre öğretmenimiz, bir “sınıf içi şiir okuma yarışması” falan yapsa iyi olurdu ama ne onun, ne de ondan sonraki Türkçe ve edebiyat öğretmenlerimizin aklına geldi, bu tür bir çalışma.
            Sevgi ve saygıyla andığım tüm öğretmenlerim, ama az ama çok hepsi de bir şeyler vermeye çalıştı; ellerinden geldiğince.
            Ve tüm arkadaşlarım gibi ben de ama az ama çok bir şeyler aldım hep, elleri öpülesi tüm öğretmenlerimden.
 

Yayın Tarihi
14.05.2022
Bu makale 349 kişi tarafından okunmuştur.
Bu Haber İçin Yorum Yapın
NOT: E-Mail adresiniz web sitemiz üzerinde yayınlanmayacaktır.
CAPTCHA Image
Bu makaleye ilk yorumu yazan siz olun.

Yazara Ait Diğer Makaleler

Çerez Kullanımı

Kullandığımız çerezler hakkında bilgi almak ve haklarınızı öğrenmek için Çerez Politikamıza bakabilirsiniz.

Daha Fazla

Arama Yap!